19 Temmuz 2020 Pazar

CUMHURİYET HALK PARTİSİ’NİN 37.KURULTAYINA GİDERKEN


CHP’nin 37. kurultayı olağanüstü bir dönemden geçerken gerçekleştiriliyor. Dünyada ve ülkemizde yaşanan virüs salgını nedeniyle bir takım kısıtlamaların olacağı ve azami insan sağlığını korumak üzere önlemlerin alınacağı bir kurultay olacağı parti çevrelerinde konuşuluyor.

Bu kısıtlayıcı önlemleri hoşgörüyle karşılamak belki mümkün, ancak ülkenin içerisinden geçtiği zorluklara bakılınca CHP’nin başka yollarda bulması gerekli gözükmektedir. Kurultayın hedef sloganına bakıldığında “iktidara yürüyüş” olarak belirlenmiştir. Bu slogan bir hedef göstermektedir. Yani sadece durum tespiti yapmaktan daha çok toplumun ihtiyaçları üzerinden geleceğe yönelik bir belirleme yapmayı amaçlamaktadır.

CHP yaklaşık bir yıldır mahalle delege seçimlerinden başlayarak İlçe, İl örgütlerini seçerek 37’si yapılacak olan, olağan bir kurultaya giderken en üst seviyede partiyi yönetecek kadroları seçecek ve partiyi belirledikleri sloganın ruhuna uygun ülkede iktidara taşımaya çalışacaktır.

Kurultaya gelmeden önceki süreçler, partide her zaman olduğu gibi sıkıntılı geçti. Mahalle seçimlerinde parti tüzüğüne ve demokratik teamüllere uyulmaması birçok yerde partililerin temsil edilmesini sağlayacak açık, şeffaf uygulamalar yapılmadan üst kurullar belirlenerek oluşturuldu. Yerel sorunlar çoğu yerde ya hiç konuşulmadı ya da iyi tespit edilmiş sorun ve çözüm önerileri tartışılmadı. Partinin göndermiş olduğu genelgede sorunların ele alınıp çözüm önerilerin belirlenmesi direktifi hemen hemen hiç gündemde olamadı.

İlgili seçim biriminde Belediye Başkanı partili ise o yerlerde neredeyse bütün aşamalarda belediye başkanları etkili olmak üzere her türlü çabanın içerisinde olmaktadırlar. Partili belediye başkanı yerine, belediye başkanının örgütü niteliğine dönüşen süreçler yaşanır olmaktadır.

Belediye başkanlarının müdahalesi sonucunda, ilçe ve il örgütlerinde daha aktif partililerden oluşan örgütler yerine daha vasat örgütler ortaya çıkmaktadır.

İktidar partisi, söylemleriyle ve ortaya koyduğu değiştirici eylemleriyle, toplumun her alanını tahkim ettiği gibi muhalefet partilerini de tahkim etmektedirler. Konuşamaz bir toplum ve muhalefet yaratmaktadır. Toplumsal gelişme için ortaya konulan her söylem daha en başında bastırılmaya, vatan ve toprak, bayrak, din ve ezan, gelenek ve değerlerle boğularak milliyetçi bir yol tutturmaktadırlar.

 Rejim değişikliği çabaları, toplumun ekonomik, siyasal ve sosyal dengesini bozarak doğrudan yeni bir toplumsal alan inşa etmeye çalışmaktadırlar. İşsizlik ve yoksulluk toplumun en önemli sorunu haline gelmiş iken, iktidar devletin bütün alanlarını dönüştürürken toplumu da dönüştürmeye çalışmaktadırlar. Esas iktidar ile toplum arasındaki çatışma kültürel değerler üzerinden yaşanmaktadır. Kendi toplumsal yaşam tarzını dayatması, geniş halk kitleleri tarafından kabul edilmemektedir.

Bu kadar zor bir süreçten geçerken CHP ‘nin ortaya koyduğu ”iktidara yürüyüş” hedefi olması gereken bir amaçtır. Bu hedefin gerçekleşmesi için toplumsal dinamiklerin asgari ölçüde ortak sorunlarının çözüm yeri olacak bir çalışmanın ortaya konulması gerekmektedir.
Kurultaylar siyasal partilerin, süreçlerden süzülerek gelen toplumsal ve siyasal sorunların bir huzmeden geçirilerek en kıymetli taraflarının ortaya çıkarıldığı zamanlardır. Bu başta toplumun en yerel sorunlarından başlayarak en geniş sorunlarına yönelik çözüm önerileri ile bunları çözebilecek bilgi ve beceriye sahip liyakatli kadroların ortaya çıkarılmasını sağlamaya yönelik olmalıdır.

Sorunlar yerelde başlamaktadır. Çözümleri de yerel olmalıdır. Genel olarak ortaya çıkan sorunlar ise stratejik bir bakış açısıyla ele alınmalıdır. Yerel örgütler kitlelerle sıkı bağlar kurmalıdır. Sadece cenaze ve hastalıkta değil aynı zamanda halkın gündelik yaşamında karşılaştığı zorluklarda da yanında olmalıdır. Toplumsal çözümlerin kendi program ve kadroları aracılığıyla olabileceğinin gösterilmesi sağlanmalıdır.

Partinin İlçe ve İl örgütleri yeterli esnekliği gösterip halkın yereldeki temel sorunlarını doğru temelde ele alıp onlarla birlikte çözüm üretemez ise sadece partinin genel merkezinden haftada bir grup toplantıları veya parti sözcüsü aracılığıyla verilen mesajların yeterli olmayacağı açıktır.

Kurultaylar, en iyi kadroların seçildiği, halkın temel sorunlarının ortaya konulduğu ve kongreye katılan en geniş üst kurul organı üyelerine iyi anlatıldığı bir süreç olmalıdır. Kendi illerine dönen delegasyonun öncelikle kendilerinin “iktidara yürüyüş “sloganına inanması gerekir ki halka ve kendi örgütlerinin çalışmalarına da bir ivme katabilsinler.

Bütün sorunların çözümü tespitle başlar ve tedavi edecek program ve liyakatli kadrolarla çözülür. Parti kadrolarının delegasyona kendilerini iyi tanıtabileceği süreçlerin eksik olması, iktidarı elinde bulunduranların benden olsun anlayışı ile dar pratikçi yaklaşımı kırılamaz ise liyakatli kadrolar ortaya çıkmayacaktır. Parti yönetimi, halkın sorunlarıyla hemhal olmuş kadrolara sahip olamayacaktır.

 Demokrasinin eksik yaşanacağı, birçok yetersizlikler içerisinde gerçekleşecek kurultayın, hedefleri doğru tespit etmeden iktidara yürümesi zor gözükmektedir.


18 Temmuz 2020 Cumartesi

ESNEK ÇALIŞMA KIDEM TAZMİNATININ ÖLÜM FERMANI


Değişen ve gelişen dünyada beklentiler ve isteklere koşut olarak, çalışma hayatında meydana gelen yenilikler ortaya çıkmaktadır. Teknolojideki ve bilgideki gelişmeler hayatımızda daha fazla hissedilir oldu. Son zamanlarda neredeyse çalışma hayatının bütün noktalarına nüfus ederek, egemen bir unsur olarak karşımıza çıkmaya başladı.
Değişen koşulların seyrine bağlı olarak iş gücü yapılanması da bu duruma uyum sürecine girmiştir. Yenilenen koşullara ayak uydurmak ve kendi kendini sürekli yenilenmeyi becermek için değişmek olarak tanımlanabilen rekabet, günümüzde kaçınılmaz bir unsurdur.
Tüm bu gelişmeler ile birlikte çalışma hayatında esneklik kavramı önem kazanmıştır. Esnek çalışma kapsamında, esneklik ve esnek çalışma tanımlamaları incelenecek olursa, farklı nitelemelerin yapıldığı görülmektedir. Rekabet koşulları altında işletmelerin rekabet edebilmeleri için, büyüklük yerine yalınlık, katılık ve kuralcılık yerine akışkanlık ve açıklık standardizasyon yerine çeşitlilik ve karmaşıklık, durağanlık yerine değişkenliği gerçekleştirmeleri gerekmektedir. Bunun için işletmeler bütün yapılarında yenilemelere gitmekte aynı zamanda çalışanlarıyla ilgili yeni stratejik kararlar almaktadırlar. Bu değişim ortamı “esneklik” olarak ifade edilmektedir.
Günümüzde  esnek  çalışmanın  ortaya  çıkmasında  rol  alan  etmenler,  üretim için teknolojik  değişim   ve iş gücü talebi azalması,  küreselleşme  ve  uluslararası  rekabet, işsizlik hizmet sektöründeki gelişmeler, artan rekabet, iş gücünün niteliği, ücret sistemleri ve kesimler arası diyalog ve uzlaşma olarak ifade edilebilir.
Bütün bunların yanında işsizliğin artıyor olması, esnek çalışmanın hayata geçirilmesinde temel bir veri olarak her kesimin önüne gelmiş olmasıdır. İş yapma biçiminin değişerek atipik çalışma biçiminin ve programlarının kabul edilmesi geleneksel çalışma biçimlerinden uzaklaşmayı getirmektedir.
Bu  tip  çalışma  biçimi,  standart  çalışma  sisteminden farklı olarak, işçilerin, haftanın hangi günlerinde çalışacaklarını, işe  başlama  ve  işi  bırakma  zamanlarını  seçtikleri  alternatif  bir çalışma  sistemidir.
Esnek çalışma işverenin çalışma koşullarında yapacağı düzenlemeler ile elini kolaylaştırmakta, iş gücünün maliyetini düşürebilmektedir. Türkiye İşveren Sendikaları Konfederasyonu’nun (TİSK) 24. Dönem milletvekillerine gönderdiği çalışma hayatına ilişkin yazısında “İş Kanunu’ndaki esneklik olanakları genişletilmeli, esnek çalışma modelleri işletmelere vergi ve prim desteği vermek yoluyla teşvik edilmeli ve uygulama sorunları çözülmeli; özel istihdam büroları aracılığıyla geçici iş ilişkisine imkân tanınmalı; kıdem tazminatı sorununa sosyal diyalogla çözüm bulunmalıdır” ve “Çalışma mevzuatımızda güvenceli esneklik olanakları artırılmalıdır. İşletmelerin esneklik ihtiyacı ile çalışanların güvence ihtiyacı arasında bir uzlaşmayı ifade eden “güvenceli esneklik” kavramı AB İstihdam Stratejisi’nin de temel dayanaklarından biridir” ifadesiyle yine aynı yazıda “Belirli süreli iş sözleşmelerinin yapılmasına ilişkin sınırlamalar kaldırılmalı, denkleştirme süresi uzatılmalı, telafi çalışması uygulanabilir hale getirilmelidir. Evden çalışma ve uzaktan çalışma yasalaştırılmalıdır” şeklinde iş kanununda yapılmasını bekledikleri değişiklikleri milletvekillerine iletmişlerdir.
 Esnek çalışmada, işgücü standart çalışmadan uzaklaşmaktadır, iş kanunda belirtilen ve kazanılması şarta bağlanmış kıdem tazminatından, işçiler açısından faydalanmayı zorlaştırmaktadır. Kıdem tazminatı için gerekli koşulları sağlayabilmek daha zor olacaktır. Bunları tekrar hatırlarsak “Sağlık nedenleri”, “zorlayıcı sebepler”, “ahlak ve iyi niyet kurallarına uymayan haller”, “muvazzaf askerlik”,” yaşlılık, malullük aylığına hak kazanma”, “kadın işçinin evlenmesi”, “işçinin ölümü” ve “en temel koşul ise hizmet akit süresinin en az bir yıl olması koşulu”, esnek çalışmada bu koşulların birlikte sağlanması neredeyse imkânsıza yakın. Ülkemiz koşullarında, esnek çalışmada kıdem tazminatını sağlayacak şartların oluşması zorlaşacaktır.  Esnek çalışma aynı zamanda sendikal örgütlenmeyi de engelleyici bir unsur olarak ülkemizde çalışma hayatının bir gerçeği olacaktır.
Esnek çalışma Türkiye'nin gündeminde son yıllarda sıklıkla yer almaktadır.  Tamamlayıcı emeklilik sistemi ile birlikte Meclis'e sunulacak kanunla daha da uzun süre konuşulacağı tahmin ediliyor. 
Cumhurbaşkanı’nın açıkladığı ve üzerinde durarak vurguladığı, Kanunla 25 yaşın altındakilerin ve 50 yaşın üstündekilerin belirli süreli sözleşmeli çalıştırılmasının önü açılmak istenmektedir. Tamamlayıcı emeklilik sisteminden sızan bilgilere göre 25 yaşından küçükler ayda 10 günden az çalışırsa (ayın yarısı) sigorta yatırma zorunluluğu olmayacak. Belirli süreli iş sözleşmelerinde, sözleşme sürenin bitiminde iş akdi kendiliğinden sona ermektedir. Hiçbir şekilde kıdem tazminatına hak kazanamayacaklardır.
Esnek çalışma- belirli süreli çalışma, kıdem tazminatının düşmanı haline gelecektir ve hiçbir şekilde kıdem tazminatı alamamanın yolunun açılıyor olmasıdır.Esnek çalışma, kıdem tazminatının yavaş yavaş ölümü demektir.

6 Temmuz 2020 Pazartesi

BİR GÜNDE YEDİ MİLYAR DOLAR KAYBETMEK/KAZANMAK


Bir insana, sıradan günlük hayatın yaşanışı içerisinde böyle bir parayı kaybettiğini söyleseniz her halde size kötü kötü bakacaktır. Böyle bir para zaten normal bir insanının bir günde kazanıp kaybedebileceği bir para değildir.
Kapitalizmde herkes zengin olabilir, bunu savunanlar hatta birkaç örnek gösterilerek bak bunlar sistemin fırsatlarından yararlandılar ve zengin oldular diyebilirler. Sistem zengin olmak için kurulmuştur diyerek, günlük hayatın akışı içerisinde geçimini sağlamak için kaybolup giden insanlara umut dağıtarak, çok güzel bir hikaye olarak anlatılır.
Kapitalist ekonomide emeğiyle çalışanlar için zengin olmak kolay değildir halbuki. Kısa yoldan zengin olmanın yolu ya şans oyunları oynamak ya da sistemin yasakladığı ve yüksek risk yüksek kar getirici işleri yapmaktan geçmektedir.
Bu ara sık sık gazetelerde bir günde şu kadar para kazandı, bir günde şu kadar para kaybetti haberleri sürekli yayınlanmaktadır. Sözcü gazetesinin 27.06.2019 tarihli internet portalında bir ekonomi haberi vardı. Facebook'un CEO'su Mark Zuckerberg bir günde 7 milyar dolar kaybetti.
Okuyunca kendi kendime düşündüm bu ne büyük bir zenginlik. İnsanlar bu COVİD 19 sürecinde açlıktan ölürken, Mark Zuckerberg kaybettiği paraya ne kadar yoksulun yarasına derman olabilir. Dedim ki bu parayı bulan yaşadı. Sonra düşündüm bu para bir araya toplanmış, balya balya taşmıyordur herhalde, çünkü bunu koyacak ne bir ev var, ne bir kasa ne de bunu taşıyabilecek bir tır.
Evet, biraz kara mizaha yapayım istedim. Çünkü kaybedilen para fiziki bir para değil. Üretim yapılarak kazanılmış ve bir doğal nedenden dolayı yok olmuş bir para değil.
Kapitalist sistemde bir gerçek üretim var, buna reel ekonomi deniliyor, birde finansal piyasa dedikleri ve bir sanal ortam var. Prof.Dr. Osman Altuğ bunu şöyle ifade ediyor “ Ben buna üçkâğıt ekonomisi diyorum. Bu üçkâğıt ekonomisi üç şeyden oluşuyor: borsa, faiz ve dolar. Peki, bu kazancın gerçek üretimi nerede”  ve soruyor ne üretiliyor burada.
Kapitalist piyasalarda, gerçek üretim ile finansal piyasalar arasında büyük bir fark ortaya çıkıyor. Para tutarı piyasada ne kadar yüksek ise o kadar mal ve hizmetler pahalanıyor, enflasyon oluşuyor.
2008 krizini unuttuk, bugünkü yaşanılanlar arasında. Nasıl başlamıştı sahi. 2008 küresel krizine neden olan finansal enstrümanların ortaya çıkışı.  Yaratıcı bir dahi 1970'lerde Solomon Brothers'ta çalışan Lewis Ranieri adlı tahvil işlemleri yapan bankacının, binlerce mortgage (konut kredisi) tahvilini birleştirerek "Mortgage-Backed Securities" (MBS) (Konut Kredisine Dayalı Menkul Kıymetler) adlı yeni bir yatırım aracı oluşturmasına dayanıyor.
Biraz bu cümleyi anlaşılır hale getirip Türkçeleştirelim. Vatandaş A şahsı gidiyor bir ev alıyor ve Z bankasına borçlanıyor. Vatandaş B,C…’lerde aynı şekilde ev alıyorlar. Diyelim ki bu ev sayısı 10 olsun ve parasal karşılığı da bir milyon olsun. Bankaya teminat vererek borçlanan vatandaşlardan alacağı olan Z bankası, bu alacakları birleştirerek piyasaya ( Sermaye Piyasasına ) yeni bir tahvil veya hisse sendi olarak çıkarıyor ve bunları satıyor. Piyasaya çıkan bu tahvil ve hisse sendi kartopu gibi büyüyerek alıcı ve satıcılar arasında alış-verişe konu oluyor. Borç bir iken piyasada birkaç katı işlem yapılıyor ve asıl borçlular ( ev alanlar) sıkıntıya düşüp borçlarını ödeyememeye başlayınca balon patlıyor ve kriz ortaya çıkıyor.
Facebook'un CEO'su Mark Zuckerberg bir günde 7 milyar dolar kaybetmesi hikâyesi de tabi ki sanal dünyada, yani borsada. Büyük çok uluslu şirketler sosyal medya portallarına ABD’de ırkçılık yapılması ve bu paylaşımlara izin verilmesi nedeniyle reklam vermeyeceklerini açıklamaları,  Facebook'un ve vb. şirketlerin gelecek karını düşüreceği beklentisi hisse senetlerinin piyasa fiyatlarını ve değerini düşürmektedir.
Kaybedince böyle kaybedeceksin, zenginliğin belli olsun ki, birileri daha çok biriktirirken dünyada daha bir parça ekmek ve suya ulaşamamaktan açlık, yoksulluk ve sağlıksız nedenlerden dolayı ölsün.
Piyasalar var olsun gerisi boş diyorlar…





3 Temmuz 2020 Cuma

EY VATANDAŞ, DÖN DOLAŞ BORÇLANMAYA GEL




Beş bin yıl önce insanlar basit ihtiyaçlarını karşılamak üzere fazla olan mallarını birbiriyle değiş tokuş yaparlardı. Birinde olan şey diğeri için ihtiyaç ise ona kendinde olanı verir, karşılığın da ise kendi ihtiyacını sağlayacak başka bir mal alırlardı.O zamanlar henüz para icat edilmemişti.
İhtiyaçların çeşitlenmesi mal mübadelesi yerine, bu alış verişi kolaylaştıracak başka bir değişim aracına ihtiyaç duyulmuştur. Lidyalıların icat ettiği bu değişim aracı paradır.

Parayı elde etmek için belirli bir çabaya, emeğe ihtiyaç vardır. Bu işçi için emektir. Sermaye için kardır. Mevduat sahibi için faizdir.

Mübadelede kullanılan bu değişim aracının da bir maliyeti vardır. Para da bir mal sonuçta, değiş tokuş aracı. Karşılıklı paraya ihtiyaç duyanlar,günümüzde finans kurumları aracılığıyla bu değişimi yaparlar.

Paranın elde edilmesi için iş gücü emeğini satar. Sermaye bir yatırım yapıyor ise bu yatırım sonucunda bir kar beklentisi vardır. Sermayenin kar getirisi için bir organizasyon yaratır. Bunun için makine, ham madde, iş gücü, sermaye, ulaşım vb. gibi araçlara ihtiyaç duyar.
Yatırım yapabilmek için gerekli olan sermaye yok ise,  başkalarının biriktirdiği tasarrufların var olması gerekir. Eğer bir toplumda işletmelerin ve bireylerin tasarruf oranları yeterli değil ise yatırım borçlanarak yapılabilir.
Bireylerin yaptığı tasarruf, finansman kurumları aracığıyla toplanarak, toplumda bir güven müessesi olan,Bankalara mevduat olarak yatırılır.
Bankalar toplumda güven duyulan kurumlardır. Bireylerin ve işletmelerin tasarruflarını toplarlar, ihtiyacı olanlara uygun koşullarla borç verirler. Borç alanlar ise bu aldıkları paralar için belirli bir faiz öderler.
Borçlanmanın maliyeti, parayı kullananlar tarafından karşılanabilir olması gerekir. Aksi takdirde alınan borçlar ödenemez hale geldiğinde güven aracı olan bankalar prestijlerini kaybederler, bankaya parasını yatıran tasarruf sahipleri paralarını geri isterler ve bankada o kadar para olmadığı zaman iflas edebilirler.
Bu da gösteriyor ki bir güven kurumunun kaynakları sınırlı, yeterince para olmadığı için yerine değerli kağıtlar düzenlerler. Çek, senet, banka mektubu, türev piyasada yapılan alım satımlar gibi birçok araçları birlikte kullanırlar.
İşletmeler sermaye yetersizliği nedeniyle borçlanmaya ihtiyaç duyuyorlar. Kriz dönmelerinde arz talep dengesi olmadığı için işletmelerde yeterli satış yapamamaları, sabit giderlerin artması nedeniyle işlerini yürütmek için ya işlerini küçültür ya da işçi çıkarır. İşçi çıkarması toplumsal sorunlara neden olabilir. İşsizlik artar, işletmeler kapanır.

İşçinin emeğinin karşılığı ücrettir. İşçi hayatını sürdürürken elde ettiği ücretle bütün ihtiyaçlarını karşılayamaz. Ücret gelirleri ülkemizde olduğu gibi çalışanların yüzde kırkının asgari ücret gelir elde ettiğini düşünürsek, bu hiçbir zaman mümkün olmaz. Emeğiyle geçinen sürekli borçlanır. Gelecekte emeğini satarak elde edeceği ücreti,aldığı borcu karşılamak üzere bir kısmını ayırmak zorunda kalır. Bu zaman içerisinde gittikçe yoksullaşmasına ve temel ihtiyaçlarını karşılayamamasına neden olur.
Ülkemizde aylık ihtiyaçlarınızı karşıladıktan sonra, tasarruf yapma imkanınız oluyor mu,  sorusuna her 100 kişiden 72,3’ü ‘hayır' cevabını veriyor. Türkiye'nin Eğilimleri Araştırmasında (2019) vatandaşın tasarruf yapma durumunu, bireylerin kazançlarının yetmediğini göstermesi açısından önemli bir veridir.

Temel ihtiyaçlarını ücretiyle karşılayamayacaksa, bankalardan borç alarak karşılayacaktır. Bankalarda uygulanan son dönemdeki kredi faiz indirimleri ve bireysel kredi kullanım uygulamasının kolaylaştırılması, borçların bir yerden diğer bir yere “transfer”edilmesini sağlamaktadır.
Uygulanan faiz politikaları ile inşaat şirketlerinin ellerinde birikmiş olan konut stoklarının eritilmesi ve iflaslarının önlenmesi amacıyla konut faizlerini düşürülmesi, konut satışlarını bir nebze de olsa artırmış bulunmaktadır.

İnşaat şirketlerinin elindeki stoklar erirken, hem kar elde ediyorlar, hem de borçlarını bireysel tüketicinin üzerine yüklüyorlar. Böylece kazanan firmalar oluyor, kaybeden ve geleceklerini ipotek altına veren tüketiciler oluyor. Bankalar ise şirketlerden alacaklarını kredi vererek vatandaşlardan tahsil etmiş oluyorlar, sadece borçluları değişiyor, bu işlemden komisyon alarak karlarını artırıyorlar.
Türkiye Bankacılık Denetleme ve Düzenleme kurumun yayınlamış olduğu haftalık bültenlerde Vatandaşların borçlarındaki artış, 3 Ocak –7 Şubat 2020 tarihleri arasındaki verilere göre 23 milyon Lira artmış bulunmaktadır.

Takipteki alacaklar ise 3 Ocak 2020 de 19 milyon iken, 14 Şubat 2020 tarihinde, takipteki alacaklar 20,1 milyona çıkmış bulunmaktadır. 2019 yılı içinde, bankacılık risk merkezinin yayınladığı bültene göre sadece bireysel kredisi, sadece kredi kartı ile hem bireysel kredisi hem de kredi kartından dolayısıyla yasal takibe intikal etmiş 1.403.546 tekil kişi bulunmaktadır.
İhtiyaç kredileri tüketimi artıran unsurlar arasında yer alırken, tüketimdeki artışın bir kısmı ithalat talebi yarattığı için cari açığa olumsuz yansıyabiliyor. Aynı zamanda iç talebin kuvvetlenmesi enflasyonu da artıran unsurlar arasında yer alıyor.

Gelirleri yetersiz olan bireylerin, temel ihtiyaçlarını karışlamak üzere bankalardan borçlanmaları zaman içerisinde sorun oluşturabilecektir. Ödenemeyen banka kredileri, bankaların elinde biriken konut stokları, bankaların toplamış oldukları mevduatın yetersiz olması nedeniyle, yetersiz kalan kendi sermayeleri büyük bir risk altına girebilecektir.

Tüketim toplumuna yönelik yaratılan bir ekonomik sistem içerisinde yaşayan bireylerin, yetersiz gelirleri nedeniyle borçlanmayan birey kalmayacaktır.Ödenemeyen borçlar çoğalacak, dağılan yaşamlar sonucu mutsuz ve sosyal sorunları artmış bir toplum. Bu kısır döngüden çıkılmaz ise Fırtınaya kapılmış, rotasını kaybetmiş, bir gemi gibi bir oraya, bir buraya sallanıp duracaktır.


AİLE SİGORTASI, YOKSULLUĞA ÇARE OLABİLİR Mİ?




Her vatandaşın temel hakkı, insanca yaşam hakkıdır. Her vatandaş eğitim, sağlık ve adalet kurumlarından eşit pay aldığında insanca yaşam koşullarına ulaşır. Toplumsal refahın, mutluluğun ve gelirin eşit bölüşüldüğü bir düzen içinde insanca yaşam kurulabilir.
Sosyal Devlet, vatandaşların emeğini ve ekmeğini güvence altına alır. Vatandaşlar arasında eşitliği ve bütün toplum için adaleti sağlar. Toplumsal denge, güçlü bir Sosyal Devlet aracılığıyla gerçekleştirilebilir.
İnsanlar sosyal hayatın devamını güçleştiren ve günlük hayatını sıkıntıya sokan sorunlarla karşılaştığında bu sorunları çözmeye yönelik çeşitli yöntemler geliştirirler. Sosyal sigortalar kavramı da bu ihtiyaçtan ortaya çıkmıştır.
Sosyal sigortalar ilk olarak düşük gelirli sanayi işçilerini kapsamına alırken, zamanla ticaret ve hizmetler kesimindeki işçilerini de kapsamına alarak genişlemiştir. Giderek kendi adına bağımsız çalışanları, günümüzde ise bütün halkı kapsayarak sosyal güvenlik müessesine geçiş başlamıştır.
İş kazasında ölen veya sakat kalan işçiler ile bunların geçindirmekle yükümlü oldukları aileleri sosyal sigortalar tarafından korunurken, zamanla kapsamı genişletilmiş ve hangi nedenle olursa olsun, aile reisinin ölümünden sonra geride kalanlarda sigorta tarafından korunur hale gelmiştir.
Sigorta, aynı tehlike altında bulunan kişilerin yan yana gelerek karşılaşacakları zararları eşitlemek amacıyla bir araya gelip, bir sigortalılar topluluğu oluştururlar. Bu sigortayı,özel sigortadan ayıran ve sosyallik kazandıran, sigortalıların ödedikleri primlerden karşılanması ve gelirin yeniden dağıtımına dayanmasıdır.
Yoksulluk, bütün ülkelerde önemli bir sorun olarak varlığını korumakta ve birçok insanın hayatını yakından ilgilendirmektedir. Yoksulluk tanımları birçok şekilde yapılmaktadır. Bunlardan birisi İnsanın günlük kalori miktarını karşılayacak yiyecek fiyatlarından hareket ederek hesaplanabilmektedir. Buna “mutlak yoksullukta” denilmektedir.
TÜRK-İŞ (Türkiye İşçi Sendikaları Konfederasyonu) çalışanların geçim şartlarını her ay düzenli olarakyaptığı “açlık ve yoksulluk sınırı ”araştırmasıyla açıklamaktadır. Ocak 2020 ayında dört kişilik bir ailenin sağlıklı, dengeli ve yeterli beslenebilmesi için yapması gereken aylık gıda harcaması tutarı (açlık sınırı) 2.219,45 TL olarak belirledi. Gıda harcaması ile birlikte giyim, konut (kira, elektrik, su, yakıt), ulaşım, eğitim, sağlık ve benzeri ihtiyaçlar için yapılması zorunlu diğer aylık harcamalarının toplam tutarı ise (yoksulluk sınırı) 7.229,49 TL.
Türkiye Cumhuriyeti, Uluslararası Çalışma Örgütü’nün 102 sayılı “Sosyal Güvenliğin Asgari Normları Sözleşmesi’ni” 1971’de imzalamıştır. Aile Sigortası, bu sözleşme kapsamında yer alan ve uygulamayı kabul ettiğimiz dokuz sigorta dalından birisidir. Bu sözleşmeye göre Ülkemiz sekiz sigorta kolunu uygularken,  Aile Sigortasını uygulamamaktadır.
Aile sigortasının uygulanmasına duyulan ihtiyaç, temel olarak ülkemizde ekonomik krizle birlikte ihtiyaç sahiplerinin artmış olmasından kaynaklanmaktadır.Nüfusumuz gittikçe yaşlanmaktadır. İşsizlik sorunu kronik bir hal alarak çözülemez bir noktaya gelmiştir.

Genel yoksulluğun ve çocuk yoksulluğundaki oran giderek yükselmektedir. Tarım kesiminin küçülmesi ve kırsal kesimde artan yoksulluk, sosyal sigorta programlarının kapsamadığı çalışan gruplar, özel olarak korunması gereken engelliler, çocuklar, bölünmüş aileler, bu ihtiyacı daha da acil hale getirmektedir.
İşsizler için oluşturulan işsizlik fonunun,yararlanma koşullarının ağır olması nedeniyle işsiz kalanların bu fondan yararlanmalarının zor ve belirli bir zaman kısıdıyla sınırlı olması, toplumda yeterli bir sosyal güvenlik şemsiyesi olamamaktadır.
Türkiye'de 65 yaş üstü nüfus oranı yüzde dokuza ulaştı. Neredeyse çok yaşlı ülke konumuna gelmektedir.Tarım kesiminde çalışan nüfusun kentlere göç etmesi ve üretimsizlikten kaynaklanan yoksulluk da gittikçe artmaktadır.
Ekonomik kriz nedeni ile bölünmüş ailelerin çocuklarının korunması, özel gruplara yönelik çalışmaların yetersiz kalması, normal yaşamını sürdüren insanların bile karşılaştığı sorunları çözememesi, engelliler açısından daha da kötü bir noktada bulunmaktadır.
Ülkemizde yaşanan bunca yoksulluğa, işsizliğe, yeterli derecede alınamayan eğitim, sağlık ve gelir dağılımındaki adaletsizliğe karşı vatandaşların korunma ihtiyaçları gittikçe artmaktadır.
Yoksulluğa karşı tek başına bir çare olamayacağı açık olmasına rağmen Aile Sigortasının bir nebzede olsa bir yaşam hakkı olarak ihtiyaç sahiplerine geçici bir koruma sağlayabilecek olmasıdır.
Ailedeki bireylerin gelirleri üzerinden hesaplanacak bir yaşam gelirinin sağlanması sosyal devlet olmanın vaz geçilmez bir görevidir. Çeşitli şekillerde sağlanan sosyal yardım programları da vatandaşın hak talebi olarak görülmeyip menfaat üzerinden düzenlenmesi geçici çözümler üreterek, kalıcı hale gelmiş sorunların üstesinden gelememektedir.
Eşit, adil bir eğitim, sağlık ve gelir dağılımı insanca yaşam için bütün yurttaşları koruyacak ve kapsayacak bir şemsiyeye acil olarak toplumun ihtiyacı bulunmaktadır. Aile sigortası, yoksulluğu ortadan kaldırmaz ama yaşam hakkı için bu ara çözümlerden biri olabilir.
Yaşam hakkı en kutsal haktır ve sosyal devletin vazgeçilmez görevidir.





YAŞAM YÜKÜ GELECEK UMUDUMUZU YOK ETMEMELİDİR



Hayatın normal akışı vardır. İstesek de istemesek de günlük yapmamız gereken işler vardır. Hayatımızı sürdürmemiz için, temel ihtiyaçlarımızı karşılamamız için çalışmakta bunlardan biridir.
Çalışmak, insanın temel ihtiyaçlarının karşılamasını sağlaması açısından vaaz geçilmez bir faaliyettir. Toplumsal bağımlılık ilişkilerinin çözüldüğü, insanın giderek yalnızlaştığı ve bütün hayata karşı tutunmak için çaba gösterdiği de bir gerçek haline geldi.
Toplumun en küçük çekirdeği ailedir. Aile içerisinde de iş bölümü oluşmaktadır. Geleneksel toplumlarda kadın ev işlerini yaparken, erkek daha çok dışarıdaki işleri yapmaktadır. Modern toplumlarda bir bütün olarak kadın ve erkek bütün işleri birlikte yapmaktadırlar. Ailenin geçimini ve sürdürülebilir olmasını, ortak çabalarıyla sağlamaktadırlar.
Türkiye İstatistik Kurumu, çalışma hayatımıza ilişkin ülkenin verilerini belirli aralıklarda açıklamaktadır. Bu verilerden biri de ülkemizde çalışma yaşına gelmiş (15-64 yaş aralığı olarak tanımlanmaktadır) çalışan nüfusun ne kadarının iş bulduğu, ne kadarının işsiz kaldığı istatistikî verileridir.
Sürekli işsizlik verileri neden gündemde kalmaya devam ediyor. Ülkenin genç bir nüfusu var ve iş gücü artmakta, bu artan iş gücüne yaşamlarını sürdürebilecekleri bir iş bulmak gerekmektedir. Sosyal refah devletinde, çalışma çağına gelen ve çalışmak isteyen insanlara devlet çalışacakları bir işi göstermek durumundadır.
Türkiye'nin çözülmesi gereken en acil sorunları olarak vatandaş, ekonomik sorunları görüyor. Bir araştırmaya göre ilk üçte işsizlik yüzde 48 oranıyla, ekonomik kriz yüzde 37 oranıyla, hayal pahalılığı ise yüzde 36 oranıyla en acil çözülmesi gereken sorunlar olarak sıralanıyor. 
Yaşadığımız ekonomik sistemin çıkmazları ne yazık ki çalışma çağına gelen iş gücüne bir iş gösteremediği gibi çalışmakta olan iş gücü de çeşitli ekonomik sebeplerle işsiz kalmaktadır.
İş arayan iş bulamamaktadır. Çalışırken işsiz kalan esnek bir iş gücü piyasası olmadığı için yeni iş bulamamaktadır.
Kasım 2019 ayında 15-64 yaş grubunda işsizlik oranı bir önceki yılın aynı dönemine göre 1,0 puan artışla, %13,6, tarım dışı işsizlik oranı ise 1,1 puanlık artışla %15,5 oldu. Bu yaş grubunda istihdam oranı 0,9 puanlık azalışla %50,2, iş gücüne katılma oranı ise 0,3 puanlık azalışla %58,1 oldu.
Türkiye genelinde 15 ve daha yukarı yaştakilerde işsiz sayısı 2019 yılı Kasım döneminde geçen yılın aynı dönemine göre 327 bin kişi artarak 4 milyon 308 bin kişi oldu. İşsizlik oranı 1 puanlık artış ile %13,3 seviyesinde gerçekleşti. Tarım dışı işsizlik oranı 1,1 puanlık artış ile %15,4 oldu.
Bu işsizlik oranları çözülmediğinde, işsiz sürekli artarak kronik bir hal aldığında toplumda yaşayanların bazı temel değerlerinde, yaşam formlarında bozulmalar ortaya çıkmaktadır.
Bireyler temel ihtiyaçlarını karşılayamaz hale gelmektedir. Toplumda en önemli unsur olarak görülen ve çok büyük roller yüklenen aile içerisinde birleştirici ilişkiler yok olmaktadır.
Sürekli fiyat artışları (zamlar) alım güçlerini düşürmekte, alım güçleri düştüğü gibi işsiz kalanlar temel ihtiyaçlarını karşılayamaz hale gelmektedirler. Temel ihtiyaçların karşılanmaması bireyin dünyasında bir yıkım yaratığı gibi aynı zamanda toplumsal güveni zedelemektedir.
Güvenin olmadığı yerde, çaresiz kalanlar, ellerinde kalan son şeyi, yaşam bütünlüklerine yönelik çeşitli şekillerde zarar verme durumda kalıyorlar.
Son zamanlarda intihar olaylarının artması da temel ihtiyaçlarının karşılanmasındaki çözümsüzlük, toplumsal roldeki parçalanma, yalnızlık ve güvensizlik olarak karşımıza çıkmaktadır.
Yaşamdaki beklentinin bitmesi ve çaresiz kalması topluca kendi yaşamlarına yönelmekte, çocuklarının aç olduğunu söyleyerek kendi hayatlarına son verebilmektedirler.
Vatandaşın umudu, toplumun bütün bu çaresizliğe karşı dayanışarak, yönetenlerin bütün sorunlara çözüm üretecek yolları bulması beklentisindedir.
Devleti yönetenler, sosyal barışı, sosyal adaleti sağlamak amacıyla, sosyal ve ekonomik hayatı düzenlemek, herkese insan onuruna yaraşır asgari bir hayat seviyesini sağlamak zorundadırlar.
Umudu kesmeden yaşamak her şeye rağmen ayak diremek, belki bir ferahlık değil ama bir gün fazla yaşamak, bugünden farklı bir gün olacak umudumuzu hiç kaybetmeden dayanışarak birliğimizi sürdürmeliyiz.

9 Aralık 2019 Pazartesi

YOKSULLUK ÇARESİZLİK OLMAKTAN ÇIKMALI, SOSYAL DEVLET KARŞILIKSIZ KREDİ SAĞLAMALI




ERTUĞRUL KILIÇ

15.11.2019 tarihinde TÜİK(Türkiye İstatistik Kurumu) işsizlik rakamlarını yayınladı. Aktif iş gücü 33 milyon 180 kişi, çalışan sayısı 28 milyon 529 kişi olarak açıklandı. İşsiz sayısı 15 yaş üstü bir önceki Ağustos 2019 dönemine göre 4 milyon 650 bin kişi oldu. Genç nüfusta (15-24 yaş) işsizlik oranı 6,6 puanlık artış ile %27,4 olurken,15-64 yaş grubunda bu oran 2,9 puanlık artış ile %14,3 olarak gerçekleşti.
Tüketici Hakları Derneği Genel Başkanı açıklamasına göre Nüfusun % 20’sinden fazlasının, yani, 16 milyondan fazla kişinin açlık sınırının altında yaşadığını, "Nüfusun % 60’dan fazlasının, yani, 48 milyondan fazla kişinin ise yoksulluk sınırının altında yaşadığı ortaya ifade edilmektedir.
Son zamanlarda toplumda yaşanan umutsuzluk ve ekonomik zorluklar nedeniyle toplu intiharlar vakaları görülmektedir. Çaresizlik içerisinde, çıkış yolu bulamayan insanların toplumda artmaması birazda devletin sosyal yanının öne çıkarılmasından geçmektedir. Victor Hugo ünlü yapıtında (Sefiller) yoksullar için söylediği gecelerin erken ağarmasını isterler, onlar için aydınlık kış güneşi gibidir der. Yoksuların çaresizliği ve dışlanmışlığı toplumun yarayan bir kanası olarak devem etmektedir.
Toplanan vergiler ile yapılan harcamalar, ülkedeki gelir dağılımındaki eşitsizlik ve sermaye sağlanan kolaylıklar kadar, bu ülkenin yoksullarının da yararlanacağı, günlük hayatın sürdürülmesinde, insanca yaşamlarını sağlayabilecek bir gelire kavuşturulmalarının zorunluluğu bulunmaktır. Hak temelli oluşturulacak modellerin yoksulların insanca yaşamasına yarayacak bir hayata tutunma aracı olacağı tartışılmazdır.

YOKSULLUKLA MÜCADELEDE NELER YAPILABİLİR!

Şu günlerde Asgari ücret tartışmaları kamuoyunun gündeminde, geçim sıkıntısından kurtulmanın bir aracı olacak mı, yoksa ülkedeki üretim koşullarının ve patronların karlarının sürdürülmesinde temel bir dayanak olarak mı kalacak bu açıklamaları tarafların gerekçelerinde yeniden duyar olacağız, birlikte yaşayarak göreceğiz.
Genel bütçede, toplanan vergilerin toplamına bakıldığında çok büyük bir tutarda halkın günlük harcamalarından oluşan dolaylı vergilerden (KDV, ÖTV, ÖİV vb.) oluşmaktadır. Sermayenin vergilendirilmesi yeterince olmadığı gibi, vergi istisnaları ve teşviklerle daha da desteklenmektedir. Yoksulluğun bu kadar artığı, nüfusun neredeyse yarısına yakınının çaresiz kaldığı bir toplumda devletin karşılıksız harcamalarla bu kesimi desteklemesi gerekmektedir.
Anayasamızın ikinci maddesinde yazan toplumun huzuru, milli dayanışma ve adalet anlayışı içinde sosyal bir hukuk devleti görevini yerine getirmelidir. Yoksulların ve işsizlerin günlük yaşamını sağlayacağı bir gelirin karşılıksız, kredi olarak verilmesi sağlanmalıdır. Bu bir hak olarak yasalara geçmeli, bir menfaat ilişkisi olarak çeşitli siyasi iktidarlarca kendi çıkarlarına yönelik kullanılacak durumdan çıkarılmalı hak temelli bir model oluşturulmalıdır.
Çok değişik kurumlarca ( T.C Aile Çalışma ve Sosyal Hizmetler Bakanlığı, Valilikler, Belediyeler vb. gibi) sağlanan yardımların tek bir çatı altında toplanarak yoksulluğu ortadan kaldıracak politika ve yardım kurumları oluşturulmalıdır.
Gelir tespiti yapılarak yoksulluk altında kalan kesimlere (bu sınırdan çıkacakları bir durum sağlanana kadar- yoksulluk verileri çeşitli kurumlarca paylaşılmaktadır.) kazançlardan elde edilen, geri ödemesiz vergi geliri, yaşam hakkı olacak şekilde tekrar yoksullara verilmelidir.
Düşük gelirlerden, yoksulluk gelirinin altında vergi alınmamalıdır.
Devletin uyguladığı dolaysız (temel tüketim harcamalardan) vergilerle, tekrardan bu tutarlar vergi olarak alınmamalıdır. Temel tüketim maddelerindeki dolaylı vergiler (Katama Değer Vergisi gibi. vb.) düşürülmeli ya da kaldırılmalıdır.
Asgari geçim sınırında olan (asgari ücretten) alınan vergiler kaldırılmalı( ya da toplanan ilk vergi diliminin, vergi içerisindeki etkisi azaltılmalıdır) yoksulluk sınırının %5 ‘nin üzerine çıkana kadar bu kesimlerden vergi alınmamalıdır.
Bir toplumda refahın sağlanması, bütün toplumu oluşturan kesimlerin yaşam hakkına sahip olmasından geçtiği bilinmektedir. Uygulanan sosyal politikaların Anayasamız ve diğer düzenleyici fonksiyonlar içermesi açısından, gelir adaleti ve eşitliği sağlanmadan, toplumsal uyum, yaşam hakkı ve barışçı bir ülkenin yaratılamadığını, toplumların yaşayan tarihleri defalarca göstermektedir.

5 Aralık 2019 Perşembe

İNTERNETTE “YOUTUBE” OLARAK REKLAM ALANLAR VERGİ ÖDEYECEKLER Mİ?




ERTUĞRUL KILIÇ

Teknolojinin gelişmesi, kullanıcı sayısının hızla artması, yeni sosyal ve ekonomik alanların ortaya çıkmasına neden olmaktadır. Sosyal ilişkilerin dijital ortam üzerinden yürütülmesi ve bir mekan gibi işlem görmesi ekonomik ilişkileri de o alana taşıdı.
Ekonomik kazanç elde etmek isteyenler, bu alanda çeşitli biçimlerde ilişkiler kurarak ürettikleri mal ve hizmetlerin tanıtım (reklam) ve satımını yaparak gelir elde etmektedirler. Kendi şahıslarına ait İnternet alanlarında üretmiş oldukları içeriklerden, Google aracılığıyla reklam alarak, kazanç elde etmektedirler.
Bir faaliyetin "ticari faaliyet" sayılabilmesi için kazanç sağlama niyet ve kastı gerekmemekle birlikte, faaliyeti icra eden organizasyonun bütün unsurları ile birlikte değerlendirildiğinde kazanç sağlama potansiyeline sahip olması gerektiği verginin konusuna girmektedir. Verginin konusuna giren bir kazançtan da kanunlarımız gereği vergi alınması için yeterli olmaktadır.
Gelir idaresi İnternet alanı kiralayarak “youtube” içerikleri üzerinden alınan reklamların ticari bir faaliyet olduğunu gelirlerinin Gelir Vergisi Kanunu 85 Maddesine göre beyanname vererek gelirlerini beyan etmeleri gerektiğini bir özelgeye bağlayarak açıkladı.[1]
476 sayılı Cumhurbaşkanlığı Kararı'nda, "213 sayılı Vergi Usul Kanununun 11 inci maddesinin yedinci fıkrası hükümleri kapsamında bazı hizmetlerin vergi kesintisi kapsamına alınması ve 193 sayılı Gelir Vergisi Kanununun 94 üncü maddesi ile 5520 sayılı Kurumlar Vergisi Kanununun 15 inci ve 30 uncu maddelerinde yer alan vergi kesintisi oranlarının uygulanması kararı alınmıştır.
Bu düzenlemeye göre internette reklam verenlerin vergilendirilmesi amaçlanmıştır. Bu vergilendirilmenin Yurt içi işletmeler açısından ve Yurt dışı işletmeler açısından ayrı ayrı değerlendirilmesi yerinde olacaktır.
VUK ‘nun 11. Mad. Düzenlenen vergi kesenlerin sorumluluğu açısından yapılacak olan vergi kesintilerinin(stopajların) zamanında ödenmesi ve doğru kesilmesi belirlenmiştir. GVK 94 maddesi ile KVK 15 maddesi ile 30 maddesinde reklam verenlerin % 15 stopaj kesinti yapmaları mecburiyeti gerilmiştir.
Reklam veren veya aracılık eden kurumların ikisinin de Tam mükellef kurum olmaları durumunda vergi (%15 stopaj ) kesintisinin yapılmayacağı ve GV veya KV ‘ne tabi olacakları tabidir.
Buna göre, internet ortamında reklam hizmeti veren veya bu hizmetlerin verilmesine aracılık eden gerçek kişilere yapılan ödemelerde vergi kesintisi oranı %15 olarak uygulanacaktır. Söz konusu vergi kesintisi uygulamasında gerçek kişinin tam veya dar mükellef olmasının bir önemi bulunmamaktadır.
İnternet ortamında reklam hizmeti veren veya bu hizmetlerin verilmesine aracılık edenlerin mükellef olup olmadığına bakılmaksızın, bu hizmetlere ilişkin ödemelerden vergi kesintisi yapılması gerekmektedir.
İnternette reklam alanların yaptıkları işlerin devamlılık arz etmesi, birden fazla yapılması bir organizasyon çerçevesinde yapılması Vergiye tabi olacaktır. Ancak, Arzı bir faaliyet olarak yapılacak ise stopaj kesilmek suretiyle reklam verenler tarafından vergiye tabi tutulması ve bu tutarın 2019 yılı için belirlenen tutarı (33.000.-TL) aşmaması durumunda vergilendirilmeyecektir


[1] Kayseri Vergi Dairesi Başkanlığı, 13.11.2019 tarih ve 50426076-120[37-2019/20-727]-E.129069 sayılı özelgesi


3 Aralık 2019 Salı

VATANDAŞIN YEDİĞİ İÇTİĞİ, VERGİ OLARAK DEVLETE GİDİYOR




Ertuğrul Kılıç

Vergi son zamanlarda çok konuşulur bir hal aldı. Hiç ilgilenmeyen hatta verginin ne olduğunu, ne için alındığını bilmeyen vatandaşlar bile, artık vergi konusunda, konuşur oldular. Bundan yakınarak çok vergi alınıyor diye feryat ediyorlar.
Devletin aldığı vergiler, türlerine göre dolaylı ve dolaysız vergi diye sınıflandırılır. Diğer taraftan da kaynağına göre gelirden alınan vergiler ve tüketimden alınan vergiler gibi adlar alırlar. Gelirden alınan vergiler beyan esasına dayanırlar. Devlet, verginin kolay toplanması ve maliyetinin düşük olması için bazı vergiler kaynağında kesilerek, bir beyanname ile vergi idaresine beyan edilmesini sağlar.
Ücretle çalışanların vergileri, kaynağında işverenler tarafından kesilip vergi idaresine yatırıldığı için, çalışanlar bu vergi ile çok ilgilenmezler. Hatta çoğu ücretli, kendi ücretinden bir verginin kesildiğinin farkında bile değildir. Çalışan aldığı net ücreti gördüğü için gerisiyle çok ilgilenmez. Yükü işverene kalır.
Kesilen vergi yükü arttıkça işveren net ücretleri çalışana daha az vermeye çalışır ki, işçilik maliyetleri işverenin rekabet gücünü ortadan kaldırmasın. İşçi ne zaman işverenle brüt ücret üzerinden anlaşır, işte o zaman ücreti vergi dilimine takılıp düştükçe, verginin ne olduğunu anlar. Yeni yıla girerken, 2020 yılında uygulanacak insanın asgari yaşamına yetecek kadar bir ücret olmayan, Asgari ücret artışı görüşmeleri vatandaşın geçim sıkıntıları gölgesinde başlayacaktır.
Devlet, vergiyi sadece gelir üzerinden toplamıyor. Tüketim üzerinden de topluyor. Nedir bunlar. Et ve et ürünleri, Süt ve süt ürünleri, Sebze ve meyvelerdir. Protein, yağ ve karbonhidratlar temel besin kaynaklarıdır. Dayanıklı tüketim maddeleri, beyaz eşya, kırtasiye, otomobil vb. görece daha uzun süre ve birden çok kullanımı söz konusu olan mallardır. Sadece tüketimden alınan vergiler bu mallarla sınırlı da değildir. Benzin, mazot vb. gibi mallardan verginin de vergisini almaktadır.
KDV’ nin önemi işte hayatımızda tükettiğimiz her türlü mal ve hizmetin maliyeti üzerinden bir vergi olarak devlet tarafından alınmasından kaynaklanıyor. Kişisel tasarruf oranlarımızı düşürüyor. Daha fazla refah içerisinde yaşayabilecek iken, bu tutar devlet tarafından vergi olarak elimizden alınıyor. Yaşayabilmek için daha fazla süre çalışmak zorunda kalıyoruz. Daha az kendimize ve ailemize zaman ayırabiliyoruz.
Üstelik bu tüketim vergisi Anayasamızda belirtilen kurala göre de alınmıyor. Anayasamız ne diyor. “Herkes, kamu giderlerini karşılamak üzere, mali gücüne göre, vergi ödemekle yükümlüdür. Vergi yükünün adaletli ve dengeli dağılımı, maliye politikasının sosyal amacıdır.” Bu vergiler gelire göre alınmadığı için sosyal amacına da ulaşamıyor. Ekmek alırken zenginde aynı vergiyi ödüyor, fakir de aynı vergiyi ödüyor. Vergi yükünün adaleti dengeli ve eşit olarak dağıtılmamış olarak ortaya çıkıyor.
Tüketim vergisini önemli hale getiren diğer bir unsurda, toplanan vergiler içerisinde, çok ağırlıklı bir tutar olarak, yer almasıdır.2018 yılında toplanan verginin, %23,8 Gelir Vergisinden,  %11,4, Kurumlar Vergisinden, %51 yurttaşların harcamaları üzerinden alınan Katma Değer Vergisi Ve Özel Tüketim Vergisinden toplanmıştır. Dolaylı (Yurttaşların Tüketiminden alınan vergiler) verginin nispi oranına bakacak olursak, yapılan bütçedeki payın, yaklaşık olarak %63 ‘nü oluşturmaktadır. Yani ülkede toplanan 100 TL ‘lik verginin 63 TL’lik kısmı yurttaşların ekmek, süt, yumurta, yoğurt, eğitim, benzin ve sigara vb. gibi tüketim maddelerinden alınmaktadır
Vatandaşlar, kıt kaynaklarla yaşamını sürdürürken, vergiler için ya sabır çekmesi, biraz da bu adaletsiz ve eşitsiz vergiden kaynaklanmaktadır.

26 Kasım 2019 Salı

AHİLİK FONU


(Gözümüz Aydınlar Olsun Esnafım, Doktorum, Avukatım, Mali Müşavirim Velhasıl Bağ-Kur’lum Yeni Bir Fonumuz Oldu! )

AHİLİK FONU


ERTUĞRUL KILIÇ
SMMM-SORUMLU ORTAK


Fon deyince aklımıza çok da iyi şeyler gelmiyor. Birde bu fon isteğe bağlı değilse. İnsanlar gelecek kaygısı için kendi istekleriyle kazançlarının bir kısmını, gelecekte karşılaşacakları kötü günler ve/veya acil ihtiyaçları için köşe, kenara üç beş kuruş koyarlar. Bu aslında kötü gün dostudur. Ama kanunla biri size, efendim siz beceremiyorsunuz gelirinizden bir tutarı köşe, kenara koymayı, bunu ben yapacağım deyince, bu bambaşka bir şey haline geliyor. Çünkü artık sizin adınıza biriktirilen tutarın kullanımı, sizin kontrolünüzden çıkıyor.
 Fon kelimesinin kökeni Fransızcadan gelmektedir. Türkçe sözlükte “bir kurumu, bir işletmeyi finanse etmek ya da belirli bir işi yürütmek için, gerektikçe harcanmak üzere ayrılan para”[1] olarak tanımlamaktadır. Tanımda belirtildiği gibi bir şeyi yürütmek için ihtiyaç duyuldukça yararlanılması düşünülen bir kaynak. Peki, durup dururken bir fon kurmak da neyin nesi. Kendi adına para kazanan ve kendi adına iş yapmayı her türlü zorluğa karşı yürüten kişiler kaynaklarını nasıl kullanacaklarını bilmiyorlar mı? Bu farklı finansal ihtiyaçların karşılanması için yaratılan, yeni bir finansman aracı mı?
Ülkemizde, fon kavramı yeni değil. Değişik zamanlarda çeşitli hükümetler fonlar kurmuş ve fona katkı sağlayanların zor zamanlarda kaldıklarında ihtiyaçlarını karşılamak üzere oluşturulduğu ilgili taraflara ifade edilmiştir. Bir kaçını hatırlamak gerekirse Toplu Konut Fonu, Sosyal Yardımlaşma ve Dayanışmayı Teşvik fonu vb. olmak üzere kamu kesimi dengesi içerisinde kurulan yaklaşık 13 adet fon kurulmuştur. En son kurulan ise Varlık Fondur. Devletin elinde kalan satılmamış veya halka bir kısmı açılmış, çoğunluğu ve/veya altın hisselerin kullanımı devletin uhdesinde kalmış kıymetli işletmeler.
Çalışanlar için kurlun bir de işsizlik fonu bulunmaktadır. İşsizlik sigortasının amacı; işsizlik sigortasına ilişkin kuralları ve uygulama esaslarını düzenlemek ve bu Kanunda öngörülen hizmetlerin verilmesini sağlamaktır. İşçi, işveren ve Devletin katkıda bulunduğu, bu işsizlik fonundan amaçları doğrultusunda gerekli koşulları sağlayanlara, işsiz kaldıkları zamanlarda belirli süreyi kapsamak üzere belirli tutarda para işsizlik ödeneği olarak ödenecektir.
Aynı açmalarla işçiler için kurulan İşsizlik fonundan yapılan ödemlerde ve kanunun amaçları arasında sayılmayan kaynaklara çeşitli ödemeler yapılmıştır. İşsizden çok işverenin ve kamu bankalarının açıklarını kapatmak üzere kullanılmıştır. “2002-2019 yılları arasında İşsizlik Fonu’ndan işsizlik ödeneğine harcanan miktar toplam 28 milyar TL iken sadece 2018 yılında 11 milyar TL teşvik ve destek verilmiş ve 12 milyar TL’de kamu bankalarına sermaye olarak aktarılmıştır. Yine GAP idaresine fondan 2012 yılında verilen 11,5 milyar TL’lik borç tahsil edilememiştir.”[2]  Fon denilince bu ülkede yaşayan insanların hafızasında çok da iyi şeyler canlanmamaktadır. Umarım bu fonda biriken tutarlar gerçek ihtiyaç sahiplerine kanunda belirtilen amaçlar doğrultusunda harcanır.
08.03.2017 tarihli Resmi Gazete’de yayınlanan 6824 sayılı Kanun ile İşsizlik Sigortası Kanununda düzenlemeye gidilerek (4447 sayılı Kanuna eklenen Ek-6. madde), gereken görev ve hizmetler için mali kaynak sağlamak, piyasa şartlarında kaynakları değerlendirmek, kanunun öngördüğü ödemelerde bulunmak üzere, iş yerini kapatan ya da zor durumda kalan esnafa belirli bir süre ödeme yapmak amacıyla, Esnaf Ahilik Sandığı kurulmasına dair yasal düzenleme yapıldı.
Bu düzenlemeyle kurulan Esnaf Ahilik Sandığı kimleri kapsayacaktır. Beli başlı olarak 5510 sayılı kanunda  4/b sigortalısı olarak kabul edilen; kendi adına bağımsız çalışan doktor, mali müşavir, avukat gibi serbest meslek erbabı çalışanlar, şirket ortakları, bakkal, manav, mobilyacı gibi esnaf ve ticaret erbabı, esnaf ahilik sandığı sigortalısı olarak ahilik sandığına prim ödeyeceklerdir.
Bu kanundan muaf olan kesimler var mı? Evet. 5510 sayılı Kanunun 50 nci maddesi kapsamındaki isteğe bağlı sigortalılar, 10.7.1953 tarihli ve 6132 sayılı At Yarışları Hakkında Kanuna tabi jokey ve antrenörler, köy ve mahalle muhtarları ile tarımsal faaliyette bulunanlar bu kanunun kapsamında olmayan sigortalılar olarak sayılmışlardır.
Kanun kapsamında belirtilen sigortalılar, kendi adına çalışanlar, aylık olarak sigorta primi öderken, beyan ettikleri gelirlerin 5510 sayılı Kanunun 80. ve 82. maddelerinde belirtilen prime esas günlük kazançlarından % 2 sigortalı ve % 1 devlet payı şeklinde sigorta primi ödenecektir.
Ancak alınacak günlük prim tutarı, prime esas günlük kazanç alt sınırının iki katı üzerinden hesaplanacak tutardan fazla olamaz. Herhangi bir nedenle sigortalılık durumunun sona ermesi halinde, o ana kadar sigortalıdan kesilen Esnaf Ahilik Sandığı primleri ile Devlet payı iade edilmez. Esnaf Ahilik Sandığına sigortalılarca ödenen primler, kazancın tespitinde gider olarak kabul edilir.
Esnaf Ahilik Sandığı ödeneklerinden bu kanunda sayılanlar nasıl yararlanacaklardır. İşsizlik sigortası fonunda olduğu gibi Ahilik Sandığı’ndan da belirli şartları yerine getirenlere ödeme yapılacaktır. Buna göre, Esnaf Ahilik Sandığı sigortalıları için sigortalılığın sona ermesinden önceki son 120 gün sürekli çalışmış olanlardan, son 3 yıl içinde;
• 600 gün faaliyetini sürdüren ve prim ödemiş olanlara 180 gün,
• 900 gün faaliyetini sürdüren ve prim ödemiş olanlara 240 gün,
• 1080 gün faaliyetini sürdüren ve prim ödemiş olanlara 300 gün, 
süre ile Esnaf Ahilik Sandığı ödeneği verilecektir.

İşsizlik sigortası fonunda hep eleştiri konusu yapılan, yararlanma koşulları burada aynen uygulanmaktadır. Bu koşullar nedeniyle fondan yaralanacak olanların sayısının sınırlı olacağı şimdiden söylenebilir.

Ne zaman yürürlüğe girecektir. Bu kanun 01.08.2018 tarihinde yürürlüğe girmesi gerekirken, yürürlük tarihi yeni bir düzenleme ile 01.01.2020 tarihine ertelenmiştir.  Esnaf Ahilik Sandığı sigortası zorunlu olacaktır. Bu düzenleme kapsamına giren ve hâlen faaliyette olanlar düzenlemenin yürürlüğe gireceği tarihte (01.01.2020), faaliyetine daha sonra başlayanlar ise başladıkları tarihten itibaren Esnaf Ahilik Sandığı sigortalısı olacaklardır.
Bu defa erteleme olmayacağı varsayımıyla, 2020 yılı Cumhurbaşkanlığı Programı’nda İşsizlik Sigortası Fonu’nun gelirlerine, Esnaf Ahilik Sandığı için toplanacak primlerin de dâhil edildiği görülmektedir.


VUK 359 Kapsamında Teminat, Ceza ve Mali Suç Bağlantıları Normlar Arası Geçiş ve Uygulama Rehberi

  Giriş Vergi Usul Kanunu’nun 359. maddesi, vergi kaçakçılığı suçlarını düzenleyen temel ceza normudur. Ancak bu madde, uygulamada yalnızca ...