13 Nisan 2024 Cumartesi

BEKLENEN KARA TREN GELMİYOR ARTIK

 



Çalışanlar ve emekliler açısından zor bir yıl geride kaldı. Zordu ama yapacakları başka da bir şey yoktu. Örgütlü çalışan kesimler toplu sözleşmelerle, bir nispette olsa haklarını almak için üretimden gelen güçlerini kullanarak, kısmi de olsa haklarını ve menfaatlerini koruyabiliyorlar.

Yaklaşık on altı milyon emekli, örgütlü olmadığı, kendi aralarında kurmuş oldukları sendikaları olsa da bu sendikal kuruluşları iktidarın tanımadığı ve her fırsatta kapatmak istediği aşikâr. Ancak örgütlü olmasalar da önemli bir oy baskısına sahip oldukları da ortada. Emekliler partisi kursalar neredeyse iktidar olabilirler.

Temmuz 2023 ayında yapılan yüzde yirmi beş ücret artışından yaklaşık dokuz milyon emekli yararlanamamış, aldığı 7.500 TL, maşlarda artış olmasına rağmen değişmemiş ve aynı emekli maaşını almaya devam etmişlerdir. O zaman öğrendiler ki, asıl maaşları yüzde yirmi beş artışa rağmen değişmeyen bir kök ücretleri olduğu. Kök maaşlarında bir düzenleme yapılmadan yüzdelerle artırılan tutarlar, enflasyona tuş olup hep yenilip, sırtı yerden kalkmayan emekliler, yine aynı sonuçla karşı karşıya kalabilirler.

Hükümet düşük kalan emekli maaşlarına, bütçeden lütufta bulunup bir ilave ücret ilave ederek dokuz milyon kişiye 7.500 TL emekli maaşını verebildiler.

Emekliler açısından şarkı sözü gibi, bir acayip bekleyiş, sanki dakikalar yok, yıllar geçiyor, ancak bir türlü hayatlarının ikinci baharında bir türlü refaha kavuşamıyorlar.  Bu yaşadıkları ülkede, alın terlerini akıttıkları,  hayatlarının en güzel günlerini çalışarak hizmet geçirdikleri zamanları hiç yokmuş gibi davranılmaktadır. Hükümet tarafından sanki bütçeye bir yük gibi görülmeye başlamaktadırlar. Maliye Bakanının enflasyonun konusunda söylediği sözler. Sanki enflasyonun tek nedeni alın teriyle mal ve hizmet üretmek için hiçbir fedakârlıktan sakınmayan çalışanlar.

Emekli olmadan önce çalışanlar, bu ülkenin Sosyal Güvenlik Kurumuna; bir sağlık için, iki emeklilik için prim öderler. Bu primler hasta olduklarında hastanelerden yararlanmak, emekli olduklarında ise insanca yaşayabilecekleri bir emekli maaşı almak içindir. Bu biriken paralar değerlendirilir ve emeklilere maaş olarak ödenir.

Bu sisteme sosyal politikalar açısından, primli ödemler sistemi olarak adlandırılır. Yani hükümetler emeklilere boş yere emekli maaşı ödemezler. Çalışanların zamanında ödedikleri primleri maaş olarak geri öderler. Bütün ülkelerde sosyal güvenlik kurumlarına genel bütçeden bir kaynak aktarılır.

TÜİK beklenen Aralık ayı enflasyon rakamlarını açıkladı. Herkes çalışanların ve emeklilerin ne kadar maaş alacaklarını hesaplamaya başladılar. Enflasyon artışlarına bakıldığında memur ve memur emeklilerin maaşları hesaplanabilirken, BAĞ-KUR ve SGK emeklilerin maaşları sadece enflasyon rakamlarına bakıldığında çok düşük kalmaktadır. Bu tutarlar üzerinden Milli hasıladaki artıştan ve ülkedeki büyümeden ne kadar yararlanacakları henüz belli değil.

Bir de yaklaşık dokuz milyon emekli için kök ücret sorunu bulunmaktadır. Hükümet bu kök ücrette bir düzenleme yapmaz ise emeklilerin maaş artışları yine beklenenin çok altında kalabilecektir. Kök ücretin hükümetin insafına bırakılmadan bir yasal düzenlemeyle kalıcı bir hak olarak çözüme kavuşturulması gereklidir.

Bütün bunlar olurken ülkemizde sadece çalışanlar ve emekliler yaşamamaktadır. Diğer taraftan sermaye birikimine sahip belirli bir kesim de bulunmaktadır. Faiz artışlarına karşı olan bir hükümetimiz vardı. Ta ki, seçimler olup, eski ekonomik uygulamalar ile devam edilemeyeceğinin ortaya çıkması ve Maliye Bakanı ve Merkez Bankası başkanı değiştirilene kadar. Hem faize karşı olan aynı hükümet, hem faizi artıran aynı hükümet. Nas ‘a bir tarafta dururken kime ne? faiz artamaz denilen inançsal kural, yerli yerinde durmaktadır.

Çalışanlara ödemelerin Gayrisafi Yurtiçi Hâsıla (GSYH) içindeki payı, 2021’de yüzde 26,8 iken bu oran 2022 yılında yüzde 23,6’ya kadar düştü. Bu oran 2019 yılında yüzde 31,3 idi. Buna göre son üç yılda işçiler milli gelirden aldıkları her 4 liranın 1 lirasını kaybetti. Yine ufukta emeklilere bekledikleri bir ücret artışı olmayacak enflasyona yenilecektir. Seçim dolayısıyla yine bir fedakârlık yapılıyormuşçasına ilave bir ücret eklenerek, yaparsa yine Erdoğan yapar algısı verilecek gibi görünmektedir.

Bankacılık Düzenleme ve denetleme kurumunun( BDDK) 2023 Kasım Ayı, Aylık bülteninde bir milyon TL ve üzeri Yurt içi yerleşik mudi sayısı 1.234.611 kişidir. BDDK ‘nın 2022 yılı aynı döneminde bir milyon TL ve üzeri mudi sayısı 729.271 kişidir. Bir yıl içerinde milyoner sayısı 505.340 kişi artmıştır. Bir milyon ve üzeri hesabı olan kişi neredeyse toplam nüfusun yüzde biri.

Toplumdaki adaletsizlikler sadece ücretlerde değil, nereye baksak aynı ve hatta daha fazla olarak karşımıza çıkmaktadır.

Şarkıda söylendiği gibi; yaşayanların umudu, daha iyi, daha güzeli ve insanca yaşama amacını çoktan tüketmek üzere…

Kokladığım çiçekler çoktan ölmüşler
Beklenen kara tren gelmiyor artık
Aldatılmış duygular isyan ediyor
Gözümdeyse bir bakış tam tımarhanelik

Fatih Erkoç Şarkısı (Oynatmaya Az Kaldı)

 

 

ARKAMA DİZİLMEYENİN YAŞAMA HAKKI

 



Ülkemiz zor koşullardan geçmektedir. Bir tarafta kötü yönetimden kaynaklanan ekonomik zorluklar, diğer tarafta gittikçe toplumda oluşturulmaya çalışılan kutuplaşma.

Ne zaman toplum kesimlerinin bütününü ilgilendiren bir sorun ortaya çıksa, toplumun bir kesimi diğerlerinden daha fazla sahiplenerek, onları suçlu gösterme peşinde.

Uluslaşma sürecinde ortaya çıkan milliyetçilik, kendi olma ve sahiplenme konusunda ucu belli olmayan bir noktaya sorunları taşıyabilmektedir. Güç odakları bu duygunun, tutumun, karar verme ve sonuçta bir davranışa dönüşmesi konusunda ortaya çıkan anlayıştan yararlanmak isteme çabası.

Ülkenin birçok sorunu olduğu halde bu sorunlarla ilgilenmemektedir. Ortaya çıkan sorunlar kendisinin sorunu değilmiş gibi davranmaktadır.

İyilikler hep kendilerinden kötülükler ise kendi değerlerine zarar verecek, her zaman başkalarından geldiği inancına sahiptirler.

Kendini toplumun özü ve öznesi sayarken, kendinden başkasını düşman ilan edecek ve onu yok edecek kadar kör ve kurnazcasına davranabilmektedirler.

Yeter ki toplumu bölecek ve düşmanlaştıracak bir sorun ortaya çıksın, hemen karşı görüşleri üreterek ortak bir ülküde birlikte yaşayanları ayrıştırırlar.

Ekonomi mi bozuldu, aman konuşmayalım düşman duyar, deprem mi oldu aman konuşmayalım şimdi sırası değil, milli futbol takımı yenildi mi, hakem taraf tuttu bize düşman, velhasıl bizden başka herkes bize düşman ve öteki. Özne hep kendileri başka hiç kimse iyiyi, güzeli, doğruyu ve insanlığa iyi gelecek bir şeyi yapamazlar ve savunamazlar.

Yaklaşık kırk yıldır ülkede süren bir ayrılıkçı terör dalgası bulunmakta. Nedenleri bir den fazla olmakla birlikte karşılıklı insanlar ölmektedir. Ülkenin varlıkları ve insan kaynakları yok olmakta. Sürekli harekâtlar yapılmakta sonuçta bir yere varılamamaktadır. Ülkenin iç işleri bakanı terörü bitirdik, 100 kişiye düşürdük, onların da ayakkabı numaralarını biliyoruz derken, bakıyoruz yeniden ölümler gerçekleşmektedir.

 Hükümet tarafından, TBMM ‘den sayısı unutulmakta olan sınır ötesi harekât yapılması için tezkereler alınmakta. Amaçları ve süreleri belli olmayan tezkerelerin hangi sonuçları doğurduğu ve amaçlanan hedefler konusunda toplumun yasal partilerine bilgi verilmediği gibi, topluma da aydınlatıcı bilgi verilmemektedir.

Toplum sürekli şehitlerine ağlarken, sonuç alınamayan ve toplumsal kesimleri ayrıştıran bir dil, tutum ve davranış hükümet tarafından yaygınlaştırılabilmektedir.

TBMM ‘ de grupları bulunan partiler her şehit cenazesinden sonra terörü kınama metinleri imzalayarak birlik olduklarını göstermektedirler. Ancak bu terörü kınama bildirileri bir sonuç vermemektedir. Toplum adına siyaset yapanlar hükümetin TBMM ‘den tezkerelerle almış olduğu yetkilerini nasıl kullandıklarını ve hangi sonuçları aldıklarını bir türlü sorgulayamamaktadırlar. İktidar olanların topluma şeffaf bir şekilde hesap vereme sorumluluğunu yerine getirmemesine neden olabilmektedir.

Hükümetin teröre karşı hangi araçları kullandığı ve neyi amaçladığı, bu hedeflerin ne kadarını gerçekleştirebildiği, eksik kalan kısımlar için toplumdan ve siyasi partilerden neleri beklediği belirsiz kalmaktadır.

Topluma karşı söylenen terörün belini kırdık, kanları yerde kalmadı, misliyle ödettik söylemleri politik bir söylemden öteye geçmemektedir. Hatta bu öyle bir noktaya gelmektedir ki toplum kendi sorunlarını unutarak hükümetin politik manevrasına kapılmasına bile neden olmaktadır.

Çok sayıda askerin ölmesi nedeniyle TBMM ‘de siyasi partilerin grup başkanları terörü lanetleyen bir bildiri yayınladılar. CHP ilk defa bu bildiriye imza atmadı. Açıklamalarına göre hükümetin aldığı yetki kararlarının amaçlarının neler olduğu son 20 yıldır nelerin başarıldığı ve başarılamadığı, eksik kalan şeyin ne olduğunun bilinmediği, kayıp ve tutsak askerimizin olup olmadığı, sorusunu sorarak bu durumun açıklığa kavuşturulması hükümetin bu sorunlara cevap vermesini istemesi. Hükümetin bu asker ölümlerinden sonra siyasi partileri ve toplumu tahkim ederek hiçbir sorunun sorulmasını istemeyerek, kendi görüşü dışındaki herkesi terörü desteklemekle suçlayarak propaganda yapmasını gerekçelendirmektedir.

Hükümet ve onun etkilediği kesimler, toplumun ve siyasi partilerin kendileri gibi düşünmediğinde herkesin ortak duygusu olan şehitlik mertebesindeki insanların na’şı karşısında, ana muhalefet partisi genel başkanına “dışarı” diye slogan attırılabilmektedir. Toplumsal yara asıl toplumu ikiye bölerek şehitlerin acısı katlanılmaz hale gelmektedir.

Artık zamanı gelmedi mi? Benim gibi düşünmeyenin düşman, dış güç, terörist olarak damgalanmasından vazgeçilme zamanı. Benim arkama dizilmeyeni linç ederim anlayışının, göz göre göre bölerek, dışlayarak derin bir yaraya yol açtığı.

 

 

 

 

 

 

DÜŞÜNCENİN KANATLARI VARDIR, ONUN UÇUŞUNU HİÇBİR ŞEY DURDURAMAZ

 



Yakup Al-Mansur’un emriyle İslamcı yargıçlar tarafından sert bir şekilde cezalandırıldıktan sonra tüm kitaplarının şehir meydanında yakılışını izleyen Ortadoğu’nun en büyük filozofu Ibn-i Rüşd’ün başlıktaki sözü gelinen eğitim sürecine bir ışık tutacak nitelikte.

Türkiye Büyük Millet Meclisinde, Milli eğitim Bakanının açıklamalarıyla eğitim sistemimizde uzun zamandır uygulanmaya çalışılan ancak son zamanlarda yoğunlaşarak ortaya çıkan cemaat ve tarikat üyelerinin okullarda derslere girmesi, yeni bir durumun olduğu gün yüzüne çıktı.

Milli Eğitim Bakanı sivil toplum örgütlerini kendine göre yeniden tanımladı. Kime sivil toplum örgütü denileceğini kendi zevahirinden tanımlayarak toplumu kutuplaştıracak, beyanların üstüne basa basa söylemesi eğitimin ne halde olduğunu bir kez daha gözler önüne getirdi.

Devlet örgütü dışında, birtakım siyasal, kültürel, ekonomik ve sosyal faaliyetleri yürüten gönüllü kuruluşlara sivil toplum adı verilmektedir. Türkiye de bu koşulları sağlayan sivil toplum örgütleri ve ekonomik olarak organizasyonlarını bağımsız sürdürülebilir olanların sayısı oldukça azdır.

Sivil toplum örgütleri iktidar ile güç paylaşan rollere sahip olmaları nedeniyle toplum sivil toplum örgütlerinin yaptığı çalışmalara biraz daha dikkat kesilmektedirler. Daha yakın zamanda 6 Şubatta yaşadığımız depremlerde de görüldü ki, iktidar dışında ortaya çıkan sivil toplum örgütleri daha hızlı hareket etmekte ve amaçlarını gerçekleştirmek üzere çabukça davranabilmektedir.

Haluk Levent’in başında bulundu AHBAP Derneği amacını;  “Ahbap Derneği, ihtiyaç sahibi kişilere ayni ve nakdi olmak üzere her türlü yardımda bulunmak, toplumda yardımlaşma bilincinin güçlenmesini sağlamak, iyi insan ve iyi toplum inşasına hizmet etmek, yeni işbirliği modelleri ve projelerle çağdaş ve sürdürülebilir yardımlaşma ve dayanışma ağları oluşturmak, yerel kültürün korunarak günümüz teknolojik olanaklarıyla gelişmesine ve geleceğe taşınmasına katkı sağlamak amacı ile kurulmuştur” şeklinde tanımlamaktadır. Kaynakları da tamamen bağış ve yardımlardan oluşmakta ve mali şeffaflık üzerine kurmaktadır. Bağımsız denetim yaptırarak, bağışçılarına ve yardım yapacaklar nezdinde güven inşa etmektedir.

Çağdaş yaşamı destekleme derneği, LÖSEV, TEMA, İHD, TED ve birçok dernek gönüllü olarak kendi olanakları ile kamusal fayda sağlamaktadırlar. Bu dernekler kamusal alandan bir fayda beklemeden bütün olanaklarıyla amaçları doğrultusunda olanakları kullanmaktadırlar.

Ya Cemaat ve Tarikatlar böyle mi?

Ancak üzerine basarak siz kabul etmeseniz de biz bunları sivil toplum örgütleri olarak kabul ediyoruz dediği sivil toplum örgütleri gerçekte sivil toplum örgütleri olmadıkları gibi hiç de böyle bir çabaları bulunmamaktadır.  Cemaat ve Tarikat olarak toplumda bulunan ve sadece kendi üyelerinin bildiği kapalı topluluklardır. Bunların hiç birinin ne insan kaynakları bilinmekte ne de ekonomik kaynakları. Yapmak istedikleri ise insanları kendi istedikleri gibi biçimlendirmek. Toplumun her kesimi kucaklayacak bir çalışmaları da hiç bulunmamaktadır.

Sivil toplum örgütlerinin amacı, açık toplumu temel alan, yardımlaşmayı, çağdaşlaşmayı hedefleyen ve geleceğe taşıyan bir hedefle çalışmaktır. Böyle olmayan derneklerin bir de geleceğimiz olan çocuklarımızın, gelişmesini yönlendirme ve onları şekillendirme çalışmasında bulunması hiç kabul edilebilecek bir durum değildir.

Cemaat ve Tarikatlar aracılığıyla, aktardığı şeyleri açıklamaya değer bulmayan bir eğiticinin, çocuklarımıza öğretme hedefini gerçekleştirmiş olabileceği düşünebilinir mi? Eğitimde, eğitmen bir farklılık yaratmıyor ise sadece kendi dar cemaat anlayışının çocuklara şırınga etmesinin ana damarı haline gelecektir. Çocuklarımızın düşünmesini, soru sormasını, anlayıp yeni kavramlarla, yeni hayaller kurmasını engellemekten başka bir şeye yaramayacaktır. Hele de son Uluslararası öğrenci değerlendirme programı PISA sonuçları ortadayken.

Toplumların gelişme seyirlerini ifade eden toplumsal dönemlerin en son geldiği aşama Toplum 5.0 olarak ifade edilmektedir. Prof. Dr. Levent Şahin tarafından “Toplum 5.0, bugün gelişmiş ekonomilerin vardığı hatta daha doğrusu varmayı düşlediği son durağı göstermektedir. Yani tabiri caizse “süper akıllı bir topluma” işaret etmektedir. Bu toplum yapısında insanların refahı en gelişmiş düzeylere çekilmek istenmektedir. Gelişimin merkezine insan oturtulmaktadır” şeklinde ifade edilmektedir.

Eğitim insanların yeteneklerini geliştirme ve kendini tanımasında en temel araçtır. Toplumların geleceğe taşınmasında yeri başka araçlarla doldurulamaz. Sadece kendi toplumunun çıkarlarına odaklanmış, Cemaat ve Tarikat olarak ifade edilmiş topluluklara bırakılmayacak kadar önemlidir. İnsanlığın hayal üretmesinde ve toplumsal fayda sağlamasında çocuklarımızın uçmasını sağlayacak eğitim, cemaatler aracılığıyla sürdürülmesi insani iyiliğin kanatlarının kırılmasına neden olacaktır.

Siyasi iktidarın kendi çıkarı üzerine toplumu şekillendirmesi kabul edilemez. Hayal gücü olmayan insan verili hayaller deposu olarak, parça parça resimlerin asılı olduğu bir duvara dönüşmüş olmakla, daha fazla insan olabilir mi? Öğrenmek isteyen kimseyi duvara dönüştüren bir eğitim, öğrenmek üzere gelmiş bir kimseyi, bir gelişim süreci içinde değerlendiremez. Kör, sağır, dünyadan kopmuş, gerçeklere yüz çevirmiş bir genç kuşak asla yaratılamaz.

Düşüncenin kanatları vardır, onun uçuşunu hiçbir şey durduramaz…

 

 

 

 

MERKEZ BANKASI BAŞKANI KİRALIK EV BULAMAMIŞ !!!

 



Merkez Bankası Başkanı Hafize Gaye Erkan, Hürriyet gazetesine verdiği röportajda “İstanbul, Manhattan’dan pahalı olur mu? Biz İstanbul’da ev bulamadık. Müthiş pahalı. Annemlere yerleştik, onların yanında kalıyoruz" diye konuşmuş.

Merkez Bankası başkanı, aslında ne demek istiyor. İstanbul’da konut sorunu var. Bunu açıklarken de Türk Parasının, alım gücündeki erimesini ve buna karşın kiraların çok yüksek fiyatlara çıkmasını doğrudan ve açıkça söylemekte.

Konut sorunun birçok nedeni olmakla birlikte esas olarak kentlerde yaşayanların ihtiyacını karşılayacak sayıda konutun üretilmemesidir.  Tek başına bu değil elbette, kentlerde aratan nüfustur. Arz talep dengesinin olmamasıdır. Bu sosyo- ekonomik ve kentleşme sorunun altında tartışılabilecek derin bir konu.

Konut denilince değişik kesimler için neyi ifade etmektedir. Konut yapıp satanlar için iş olarak yapılan ve para kazanılan bir uğraşı. Konutu değişik amaçlar için alıp satanlar için spekülatif kârdır. Konutun yapılması için para sağlayanlar açısından elde edilecek bir faiz geliridir. Devlet için ise konut ballı börekli vergi kaynağıdır. Belediyeler için ise emlak vergisi ve kent rantın dağıtılması yanında, kentlerin yapısal oluşumunda ve kentsel yaşamın sürdürülmesinde temel bir varoluştur.

Konut sorunu sadece yoksulların değil aynı zamanda kentlerde yaşayan herkesin sorundur. Her kesim için sorun olsa da, çalışanlar açısından diğerlerine göre bir farklılık arz etmektedir. O da çalışanların, kentlerde nüfusun çoğunluğunu oluşturmasıdır. Çalışanlar, konut ihtiyacını diğer toplumsal kesimlere göre çok daha fazla hissetmesidir.

Üretilen konutların, konut ihtiyacı olan ve nüfusun çoğunluğunu oluşturan çalışanların barınma ihtiyacını gidermek için üretilmediğidir. Yeni üretilen konutların yer seçimi yapılırken, Sosyo-ekonomik çevrelerin seçiminde daha korunaklı ve yeni yerlerin seçilmesi, boş konutların da ortaya çıkmasına neden olmaktadır. Yüksek maliyetler, finansman yokluğu, spekülatif amaçlı konut üretimi, çalışanlar açısından konuta ulaşamaz hale gelmesine neden olmaktadır.

Gelir ve Yaşam Koşulları Araştırması 2022 yılı sonuçlarına göre, en yüksek fert gelirine sahip %20'lik grubun toplam gelirden aldığı pay bir önceki yıla göre 1,3 puan artarak %48,0'a çıkarken, en düşük gelire sahip %20'lik grubun aldığı pay 0,1 puan azalarak %6,0 oldu. Gelir dağılımı açısından en düşük gelir elde edenler ile en yüksek gelir elde edenler arasında sekiz kat gelir fark ortaya çıkmaktadır.

Dar gelirliler ve çalışanlar, emek vererek ve tasarruf sağlayarak konut edinmesi neredeyse imkânsız hale gelmektedir.  Çalışanların konut sahibi olmasını sağlayan temel girdi, bankadan kredi kullanarak bir ev sahibi olması idi. Uygulanan ekonomik tedbirlerle çalışanlar cezalandırılarak, ucuz finansman sağlayacak banka kredilerine ulaşamaz olmasıdır.

Türk-iş Kasım 2023 açlık ve yoksulluk sınırı,  Ankara’da yaşayan dört kişilik bir ailenin sağlıklı, dengeli ve yeterli beslenebilmesi için yapması gereken aylık gıda harcaması tutarı (açlık sınırı)  14.025 TL’dir.  Gıda harcaması ile giyim, konut (kira, elektrik, su, yakıt), ulaşım, eğitim, sağlık ve benzeri ihtiyaçları için yapılması zorunlu diğer aylık harcamalarının toplam tutarı ise ( yoksulluk sınırı) 45.686,81 TL’ ye çıkmıştır.

Ülkede izlenen ekonomik politikalarla, kırsaldan üretimden koparılan ve kentler göç ederek yığılan nüfusun konut alması imkânsıza yakın hale getirilmiştir.  Yüksek enflasyonun, kullanılan para birimi(TL de ki) alım gücünü de iyice yitirmesi, kiralık olarak barındıkları konutlardaki fiyat artışlarına yetişemez hale gelmiştir. Çalışanların ücret gelirlerini asgari ücrete eşitleyen politikalarda buna tuz, biber olmaktadır. Yabancılara satılan konutlar da arz talep ilişkisini etkileyerek, konut fiyatlarını artırdığı gözlenmektedir.

AKP Hükümetinin, Anaysa da yazdığı gibi sosyal bir hukuk devleti görevini yerine getirememesi ve vatandaşlarına barınma sorunu çözecek sayıda konut üretememesi, konut sorunu can yakıcı hale getirmektedir. Sosyal olaylara neden olmakta, toplumsal gerginlik artmaktadır. Sorun çözücü olmanın çok çok uzağında olan Hükümetin kira artışlarını yüzde yirmi beş ile sınırlaması ise tirajı komik ev sahibi- kiracı sahnelerinin yaşanmasına neden olmaktadır.

Konut açığı ve kiraların yüksekliği can yakıcı hale gelmiş, kiracı ve mal sahibi arasındaki ilişki bir aldatmacaya dönüşmüştür. AKP iktidarının Mayıs 2023 seçimlerine kadar uyguladığı ve yaklaşık 1,5 yıl süren ekonomi politikası emlak piyasasını da alt üst etmiş gözükmektedir. Türkiye Cumhuriyet Merkez Bankası Başkanı Hafize Gaye Erkan çok çarpıcı bir açıklama yapması da konut sorunun ne kadar derinlerde olduğunu göstermesi açısından en yüksek ağızdan dile gelmesini sağlamış, ancak herkes onun kadar şanslı olamamaktadır. Annesi, Babası olmayanlar ya da barınacak yerleri bulunayanlar çaresizlik içinde evsiz kalmaktadırlar.

 

 

 

 

 

 

SİYASETTE BARDAĞIN DOLU TARAFINI GÖSTERMEK

 



Hizmet çeşitliliğinin sürekli arttığı toplumlarda, siyasi partilerin vermiş oldukları vadelerin devamlılığını takip etmek çok zor olmaktadır. Gündelik hayatın akışı içerisinde sürekli değişen ihtiyaçların farklılığı, söylenen sözün ağırlığını da yitirmesine neden olmaktadır. Siyasal söylemlerin çokluğuna paralel olarak, siyasi partilerinde çokluğu, seçmenlerin karar vermesinde zorluklar ortaya çıkarmaktadır.

Siyasi partilerin kendi programlarında yazmış oldukları ülke tahayyülü, seçmenlere ulaşım stratejilerini belirlerken doğru hedeflemeler yapması ve bu hedeflerimeler doğrulusunda uygun dilin kullanılması, vazgeçilmez olarak ortaya çıkmaktadır.

Tüm bu faktörlerin en önemli belirleyicisi ise hiç şüphesiz seçmenlerin kendisidir. Dolayısıyla seçmenlerin ekonomik, kültürel, sosyal, bireysel ve psikolojik durumları siyasi partilerin çalışma kapsamında yer almaktadır.   Şüphesiz ki, seçmenlerin oy verme davranışlarında çok farklı faktörlerin etkin olması yanında, sürekli değişen çevresel koşulların, seçmenlerin günlük ihtiyaçlarının aciliyeti karar vermelerinde önemli şekilde etkilemektedir.

Siyasal patilerin ülke tahayyüllerini topluma anlatırken en önemli unsurlardan bir de hem kendi parti üyelerini, hem de seçmenleri motive edebilme kabiliyetinde yatmaktadır. Motivasyon için, insan çabasının hareket kazanması, yönlendiren bir süreç ve davranış, insan davranışını değiştirme yeteneği olarak birkaç tanımı sıralanabilir.

Siyasi partiler bir bütün olarak bir organizasyon olarak, bu çabaları gösterirken bunların genel başkanları üzerinde cisimleşen liderlik pozisyonları ve yetenekleri de ortaya çıkmaktadır. Liderlik tanımları çok çeşitli şekillerde ve çeşitlerde yapılmaktadır. Burada AK Parti siyasetine ait değerlendirmelerde bulunacak olmamız nedeniyle Recep Tayip Erdoğan üzerinde liderlik konusunu ifade edeceğim.

Tayip Erdoğan üzerine yapılan liderlik çalışmalarında ortaya konan Karizmatik, Hizmetkâr ve Babacan liderlik tiplerine uygun olduğu kanaati daha yatkın olarak ele alınmaktadır. Hizmetkâr lider, güvenip kendilerine liderlik etme erkine layık gören takipçilerine üst düzey bağlılık ve minnet duyar. Lider-takipçi ilişkisi güçten kaynaklanan bir ilişki değil, kalbi bir bağlılıktır. Lider gücünü izleyenlerinde hiçbir fark gözetmeksizin yalnızca hizmet etmek için kullanır. Liderin motivasyonu takipçilerinin refahı ve mutluluğudur. Karizmatik liderin sahip olduğu yüksek etkileme kabiliyeti, risk alma ve kriz yönetimi, özgüven gibi özellikler. Erdoğan’ın söylemlerinin ise yapılan incelemeler ışığında babacan ve hizmetkâr liderliğe ait özellikleri gösterdiği görülmektedir.[1]

Tayip Erdoğan’ının yukarıda sayılan özellikleri ne kadar etkileyici bilinmez ama siyaset yapma tarzına bakınca bir karşılığının olduğu da yadsınamaz. Bunu örnek olacak çok sayıda verinin olduğu da görülmektedir. Pozitif algının siyaset yapma tarzında etkili olduğu, kullandığı dil seçiminden ve kitlelere ulaşmasından aldığı siyasal sonuçlarla kıyaslandığında bir değerinin olduğu gözükmektedir.

M.Bilge Çığın ve O.Kuşat Acar’nın makalesinde ele aldığı söylemlere bakıldığında, kullandığı kelimelerin seçiciliğinden iletişim kurduğu toplumsal kesimlerle nasıl bir bağ kurduğu anlatılmaktadır. Dönemin özeliklerine göre öne çıkma açısından farklılıklar gösterse de en fazla kullandığı kelimeler, Ak Parti/Biz vurgusu, millet, eşit ağırlıkta kullanılan iki kelime “artık” ve “kardeşlerim, bugün( Bir değişim sürecinin başladığı, “bugünün” bir dönüm noktası olduğu vurgulanmıştır) kelimeleridir.

Bütün bunlara rağmen pozitif bir dil kullanmak, toplumsal kesimlerde halk arasında kullanılan bir deyim gibi sürekli” bardağın dolu” tarafını göstermek olarak da bir karşılık bulmaktadır.

Tayip Erdoğan’ının toplumsal tahayyül olarak vaat ettiği birçok şeyi gerçekleştirmemesine rağmen, küçük bir kısmını gerçekleştirdiğinde sürekli vurguladığı “ bunları yaptık, kalanı da yapacağız” inşallah söylemi olmaktadır.

Cumhurbaşkanı Erdoğan, 2018 seçim manifestosunu açıklarken "Ahdim olsun ki faiz, enflasyon ve cari açık düşecek" demişti. Bu söylemi hiç tutmadı ancak bütün konuşmalarında aynı şeyleri söylemeye devam etti. Aynı şeyleri dolar düşecek, seçimlerden önce AKP, istihdam oranını 2023'e kadar yüzde 53'e, kadınların işgücüne katılım oranını da yüzde 41'e çıkarma vaadinde bulunmuştu. Deprem konutların altı ay içerisinde teslim edileceği vb. sayısız vaadi gerçekleşmemişken, konuşmaların hep işsizliği düşürdük, şu kadar konut yapıyoruz, şu kadar teslim ettik. Bu vaatlerinin hiçbiri söyledikleri şekilde gerçekleşmedi.

Tayip Erdoğan sürekli yapmış olduğu söylevlerinde bardağın dolu tarafını göstermektedir. Bu toplumda bir şeylerin yapıldığı algısı ve imajı yaratmaktadır. Bir bütün olarak ortaya koyduğu vaadin ne kadarını yapamadığı üzerinden konuşmamaktadır. Muhalefetin bunları dile getirmesi toplumda olumsuz karşılanmaktadır.

Sonuçta pozitif dil, bardağın dolu yanını göstermek toplumda olumlu algılanıyor ve yaygın olarak kullanılan, yaparsa yine Erdoğan yapar duygusunu oluşturuyor. Bu söylem muhalefeti de tahkim etmektedir, etkisi altına almakta ve kendi gündemine hapis etmektedir. Muhalefetin bu söyleme karşı alternatif bir dil oluşturarak kendilerinin tahayyül ettikleri toplumsal projelerin anlatılması ve toplumda bu duygununun yerleşmesine uygun bir siyasal stratejiye ihtiyacı gözükmektedir.

 

 

 



[1] Müzeyyen Bilge ÇIRAGÖZ, Osman Kürşat ACAR, Recep Tayyip Erdoğan’ın Sahip Olduğu Liderlik Tarzı: Balkon Konuşmalarının İçerik ve Söylem Analizi ile Değerlendirilmesi, Kastamonu Üniversitesi İktisadi ve İdari Bilimler Fakültesi Dergisi, Haziran 2021 Cilt: 23 Sayı:1,

NEDENİ BELLİ OLMAYAN ZENGİNLİĞE ÖFKELENMEK Mİ?

 



FENOMEN diye tabir edilen olaylar basın yayın organlarında uzunca bir zamandır konuşulmakta. Gazetelerde ve televizyonlarda konuşuldukça da toplumun gündemini sürekli meşgul etmekte. Hal böyle olunca bizde konuşalım istedim.

Fenomen denilen şey; yaşanılan olgu ve olaylar anlamına gelmektedir. Toplumda öyle olgu ve olaylar yaşanmakta ki zoraki, gözümüzün içerisine sokulmakta, bundan hiçbir kimse kaçamamaktadır.

Basında adı geçen kişilerin toplumsal statülerinin önemi de büyük, yaşanılanların konuşulmasında. Türk filmlerinden çokça bildiğimiz bir replik vardır ya, fakir oğlan, zengin kız aşkı. Bu aşka tatulanlar bir türlü kavuşamazlar. Bu duygu yüklü bir ilişki olsa da, aslında sınıfsal bir farklılığın karşılıklı gerginliğinden, hınç ve öfkesinden başka bir şey değildir.

Konuşulan kişilerin sosyal medya aracılığıyla, kendilerini kamulaştırmadan önceki yaşamlarının basına yansıdığı kadarıyla kendi halinde, yoksul, alt sınıflara ait toplumsal kesimden oldukları yazılıp çizilmektedir.

Ancak işin diğer bir yanı ise, bunların uzun zamandır sosyal medyada kendilerinin ultra sayılacak şekildeki zenginliklerini gösterişli bir şekilde yansıttıkları da, gizli bir şey olmadığıdır.

Böyle olunca ekonomik boyutu, olduğu gibi sosyal boyutu da oluşmaktadır.  Ülkemizde iletişim araçlarıyla zenginliğini gösterişli bir şekilde kamuoyunun gözüne sokulduğunda, toplumsal bir homurdanma ortaya çıkıyor ve devlette “nerden buldun” yasası olmadığı için pek de bir şey yapamıyor. Ticari bir iş yapıyorsa bu kişiler mali işlemleri incelenerek usulüne göre iş yapıp yapmadıkları, eğer yapmadıysalar ancak vergi cezaları ile cezalandırılmaktadırlar.

Yine basına yansıyan olaylara göre, kara para aklama kanuna göre ülkemiz, uluslararası GRİ listede bulunmaktadır. Ülkeye yeni yabancı sermayenin gelmesi için gri listeden çıkması yönünde maliye bakanının açıklamaları bulunmaktadır. Yasal yanları bunlar olmakla birlikte bir de sosyal yanı bulunaktadır.

Mustafa Kemal Coşkun’unun Dipnot yayınlarından yeni çıkan, “sınıfın duyguları” adlı bir kitabı yayınlandı.  Çalışanların kültürü ve duygularının, bulundukları toplumsal konumları açısından nasıl ifade edildiğini geniş bir şekilde ele almaktadır. Kitapta, Elektrik firmasında çalışan bir işçi “zengin olmanın bireysel yetenekle” ilgili olduğuna inanmıyor ve “zengin çaldığı için zengin, yoksul çalmadığı için yoksul. Ben çalışarak çırpınarak birkaç kişi görmüşümdür. Gerisi hep birlerinin elini eteğini öptüğü için. Böyle zengin olacaksam ben olmayayım yani. Zengin olmayı da istemiyorum zaten. Adil bir yaşam istiyorum sadece”[1] zenginliğe ait görüşünü ifade ederken geniş yığınların duygusuna tercüman olmaktadır.

Toplumsal sınıfların, üretimden kaynaklanan ve bulundukları konumları itibariyle çeşitli duygular taşıdıkları, yine kendine özgü kültürel ve ahlaksal değerlere sahip oldukları bu kitapta irdelenmektedir.

Adaletsizlik ve haksızlık duygusunu yaratan korku, utanç, yabancılaşma, aşağılanma ve bir bütün olarak bunlara bağlı saygı ve onur arayışının yaratacağı duygu olduğunu göstermektedir. Toplumda utancın ifadesi zordur, bu utanç öfkeye neden olmaktadır.

Modern toplumlarda kısır bir döngü olarak kendini yenileyen utanç, öfke ilişkisi gittikçe artmaktadır. Ancak bu gösterilemediği içinde, daha fazla gizlenmeye ihtiyaç duyulmaktadır. Geleneksel toplumlarda zenginlik bütün boyutlarıyla gösterilirken, modern toplumlarda bir şeye sahip olma ya da olmama göreceli olarak daha gizli olmaya başlar. Zenginlik, o nedenle doğrudan değil de basın yayın araçlarıyla gösterilir olmaktadır. Mekânsal olarak yoksul kesimlerden ayrılan zenginliğe sahip kesimler, sahip olduklarını başka araçlarla sergilerler. Geniş toplumsal kesimler ise bu zenginlikleri sadece seyrederler.

Toplumda uzun zamandır yaşanan yaygın yoksulluk nedeniyle, haksızlıklara ve eşitsizliklere karşı, çaresizlik içerisinde yaygın bir öfke birikimi oluşmaktadır. Futbolcuların, milyon dolarlarını daha çok gelir elde etmek için nasıl kullandıkları, yine kamuoyuna yansıdı. Hükümetin politikalarını desteklemek için dolarları bozduruyoruz kampanyalarına katılıp, diğer taraftan milyon dolarlarını daha fazla faiz getirsin diye kaptırmaları “evdeki bulgurdan olmaları” nasıl bir toplumsal bozulmanın içerisinde olduğumuzu göstermektedir.

Toplumsal eşitsizlik ve hukuksuzluk hızla yayılmaktadır. Açlık ve yoksulluk sınırının, fiyat artışları ve Türk parasının değer kaybetmesiyle sürekli artması, toplumda yeni duyguların ortaya çıkmasına neden olmaktadır.  Toplumun yoksul kesimleri, her ne kadar sadece televizyonlardan seyrederek derin bir nefes alarak iç geçiriyor olsalar da, içerinde büyük bir fırtına birikmektedir.

Bu ortaya dökülen orantısız zenginliklerin, kendi halinde emeğiyle geçinmeye çalışan geniş yığınların başarısızlıkları utanca dönüşmektedir. Toplumun geniş kesimlerinde emeğiyle çalışanların bütün çabasına karşılık adil ve eşit bir geçim sağlayamamaları biriktirilmiş bir öfkeye dönüşmesi muhtemeldir. Toplumsal bir duygu olarak ilişkileri bozucu bir duygu olmaktan çıkarak, seçimlere yansıması toplumsal bozulmanın önüne geçmesi, aynı zamanda adalet arayışını da güçlendirebilir.

 

 

 

Anahtar Kelimeler: Eşitlik, hukuk, zenginlik, duygular, öfke, toplumsal bozulma



[1] Çoşkun, M.Kemal, Sınıfın Duyguları, Dipnot yayınları, Ankara, 1.baskı 2023, s,153.

SİYASETTE DUYGULARA TESLİM OLMAK

 



Oy verenler, siyasilerin rasyonel kişiler olduklarını düşünürler. Daha fazla bilgiye sahip olmakla birlikte, yönetimsel olarak da bu bilginin karşılığı olan iyi yönetimin ve hizmetin olmasını beklerler.

Oysa siyaset sayesinde birleri, diğer insanların erişemediği şeylere eriştiğinden insani duyguların, siyasi hesapların, önemli bir parçası oluduğu şaşırtıcı bir şey değildir. Siyaset psikolojisinin bir alanı da siyasette duygular ve bu duyguların siyasete etkileridir.

Duygular bazen korkularımızın arkasındaki güç, bazen de çekici olan yaşantılarımızın kaçınılmaz halleri olarak ortaya çıkarlar. Sürekli sakin ve mantıklı kalabilen insanlar, toplumda “duygusuz” olarak da tanımlanmıştır. Ancak duygular yaşantımızın önemli bir parçasıdır.

Siyasette akıl ile duygular zıt karakterdedir.  Sırf duygular ile hareket edilirse, mantık dışarıda kalır. Aklın çözemediği bir durumda insan hislerine teslim olur. Duygular ile aklın bir birinin tamamlayıcısı olduğunu kabul etmek, aralarındaki zıtlığı bir ölçüde de olsa giderici olmaktadır.

Bireylerin siyasal sistemle ilgili eylemlerini oluşturan “siyasal davranış”, siyasal davranışın özel bir formu olan “katılım” ve son olarak inanç, duygu ve değerlendirmelerimiz üzerindeki irademizi yansıtan “tutumları”  oluşturmaktadır.

Toplumda bireyler ekonomik-sosyal konular üzerinden bir birilerini etkilemeye çalışırlar. Bireylerin, birbirlerini değiştirme ve etkileme çabaları siyaseti ortaya çıkarmaktadır. Siyasal davranış olarak insanlar bir partiye üye olmak, oy kullanmak veya oy kullanmamak, boş oy vermek de bir siyasal davranıştır. Bu davranışlar bir yerde tutumlarımızı oluşturmaktadır. Siyasi partiler de normal koşullarda, bir araya gelmeye ya da gelmemeye ve güç birliği yapmaya karar verebilirler.

Uzunca bir zamandır siyasi hayatımızda koalisyonların ne kadar kötü olduğu, topluma dayatılmaktaydı. İktidar sahiplerince, Anaysa değişikliği yapılarak bu koalisyonlardan kurtulacağı söylene geldi.  Anayasa değiştirilip yeni sisteme geçilince, tek başına yüzde eli biri sağlamakta zorlanan partiler, kötü olarak topluma sundukları koalisyonların en büyüklerini oluşturdular.  Anayasa değiştirilmeden önce genel seçimler yapılarak mecliste sürdürülen koalisyonlar, bu kez toplumun önüne sandık konularak doğrudan ayrıştırmaya yönelik neredeyse iki kutuplu bir toplumun oluşmasına neden oluverdiler.

Ülkede açıklanan verilere bakıldığında, toplumun çok geniş bir kesiminin yoksullaştığı, alım gücünün düştüğü, üretimin gerilediği, tüketim toplumuna dönüştürüldüğü artık her kesim tarafından kabul edilmektedir. İşsizlik artmış, üretim düşmüş, toplumun geniş kesiminin büyümeden aldığı pay azalmıştır.

Ancak toplum sadece adaletsiz gelir dağılımına,  göre ayrışmamıştır. Böyle olsa idi, toplumun hak talepli istemlerinin elde edilmesi için topluca tepkiler vermesi gerekirdi. Toplum daha çok kültürel, davranış, karar ve tutumlarını ifade eden duyguları üzerinden kutuplaşmaya tabi tutulmuştur.

Onun için yaşadığımız zaman diliminde siyaset birazda duygularımızın eseri olmaktadır. Millet ittifakının kurmuş olduğu ittifak, seçimlerden sonra başarı sağlayamamış ve başarısızlık kendi aralarında duygu parçalanmasına, gerçeklerden kopmalarına neden olmuştur. Bir araya gelirken ortada olan olgular, olaylar aynı iken, seçimden sonra değişmiş gibi davranarak tutumlarını değiştirmişlerdir. Bu daha çok altılı masanın iki büyük partisi arasında başarısızlık nedeniyle, siyasal duygu dağılmasına teslim olunmuştur.

CHP ‘nin, kurultay yaparak kendi yönetim kadrolarını yenilemesi, kendi seçmenleri üzerinde siyasi duyguların bir ölçüde yönetilebilir olduğu bir durumu ortaya çıkarmıştır. İYİ Parti ise gel gitler ile adeta denizin yaşadığı geri çekilip, kabarması olayına dönüşmüş, duyguları, kararları ve tutumları karamsarlığa dönüşmüş, içine dönük bir davranışa neden olmuştur.

İktidarın ortaya koyduğu tutum da,  muhalefet üzerinde adeta kara bulut gibi dolaşır olmuştur. Muhalefet cephesinde daha zayıf olan İYİ Parti üzerinde, mantıklı karar almasını engelleyici, duygularına yönelten ve yalnızlık tutumunu bir davranış haline getirmesine neden olmaktadır.

CHP genel başkanın, iyi niyetli olarak ülkenin bütün koşuları aynı iken işbirliğinin sürdürülmesi konusunda vermiş olduğu çaba değerlendirilememiş, ayrı tek başına, birazda ergenliğini kanıtlamak durumunda bulunan, bir genç gibi davranmasına neden olmuştur. İYİ Parti, CHP ile yerel seçimlerde işbirliği yapmaması kararıyla Cumhur ittifakının ekmeğine yağ sürmüştür.

İYİ Partinin, davranış, karar, tutum ve yaşam biçiminden kaynaklanan seçmenlerin aynı kültürel değerlerle hareket ettiği bütün kamuoyunda söylenirken ve araştırma bulguları bunları işaret ederken, güç birliği yapmadan iktidarın geriletilemeyeceğini yok sayması siyaset psikolojisi acısından mantıktan tamamen uzaklaşmak, duygularına teslim olmak demektir.

Siyaset bireylerin ekonomik ve sosyal olaylarda bir birini etkileme ve değiştirme durumu ise muhalefet partisi olan CHP ‘nin, millet ile toplumun temel sorunlarında, hemhal olması, bunların çözümünde milletle ittifak olması kaçınılmazdır. Doğrudan toplumun sorunu olan konulara, yerelden başlayarak duyguların, davranışların, karar almaların ve bireysel tutumların değiştirilmesi konusunda daha fazla çalışması kaçınılmazdır. Muhalefet, yeniden çekim merkezi olacak, toplumun büyük bir kesiminin yüzünü döndüğü, uyguladığı toplumsal politikalarla, siyaset duygusunu topluma geçirmenin yolunu bulmalıdır. Güçlerini yeniden toparlayarak, kontrol edilip, temsil yeteneği olan kişilerin yetenekleri üzerinde örgütlü gücü inşa etmelidir.

MEŞHUR BELEGAT, SİYASETTE ÖYKÜ YARATMA MESELESİ

 


Son zamanlarda, her kesimden siyasette,  bir şey yapmak için bir öyküsünün olması gerektiği, söylemi yaygın olarak kullanılmaktadır. “Abi “ öykün yoksa siyasette başarılı olmazsın.  Türk dil kurumu sözlüğünde isim olarak “öykü; ayrıntılarıyla anlatılan olay”, “ isim edebiyat ise; Hikâye” olarak açıklanmaktadır.

Öykü bir olayın ayrıntılarıyla açıklanması ise, olay ne olmalı. Siyasette kişilerin hayatını anlatan bir şey mi? Örneğin sabah sekizde kalkar, spor yapar, kahvaltısını yapar, işyerine gider, çalışır, akşam iş yemeğine gider ve eve döner mi? olmalı. Yoksa güzel sözler mi? hemşerilerimi seviyorum, onlar için sabah akşam düşünüyorum ve çalışıyorum. Eğer bunlar öykü ise toplumsal yaşam için hiçbir anlamı yoktur.

Esas olan ise toplumsal olarak yapılan ve toplumun yaşam biçimini doğrudan etkileyen kararlar mı olmalı? Ya da son zamanlarda siyasette neredeyse bir birine benzeyen, anlatım ve önerilerle süslenen ama toplumun hayatına dokunmayan söylevler mi olmalı? Toplumda karşılığı olmayan şeyler olarak ifade edilen öyküler mi? Ya da sürekli taahhüt edip yapamadığı, ancak ucundan dokunduğu ve çok büyük bir başarı diye sunulan bardağın dolu tarafını göstermek mi olmalı?

Yaşadığımız çağda, toplumların yaşamlarını etkileyecek söylemler ve kararlar neredeyse sağcısından, solcusuna kadar bir birine o kadar çok benzedi ki, oy veren yurttaşlar açısından kimin gerçekten ne yapmak istediğini ayırt edemez hale geldi. Sağcısından, solcusuna kadar her kesim neredeyse aynı şeyleri söyleyip aynı vaatlerde bulununca vatandaşında kafası karıştı. Bu söylemler, klasik yapılacak işlerin dışında doğa ve toplum ilişkisine, bu ilişkiler içerisinde yer alan toplumun değişik kesimlerinde, bir heyecan oluşturmamaktadır. Gittikçe birbirine benzeyip, aynılaşmaktadırlar. Böyle olunca da edebi olarak bir hikâye yaratma çabası içerisinde girebilmektedirler. Romantik olsun diye de bu hikâyenin gerçek üstü olması için distopik hayallere dalıp gitmektedirler.

Toplumların tarihlerini yaratanlar üretici güçler ve bunlar arasında uzlaşmaz olan çelişkilerin ortaya çıkardığı güç ilişkileridir. Yöneten ile yönetilen, zenginle ile yoksul, işçi ile patron vb. gibi. Eğer bir hikâye yaratılacak ve bunun siyasi sonuçları olacaksa,  gerecek bir hayattan bahsedilecek ise yaratılan kaynakların adil paylaşımının, toplumda oluşan çelişkinin öyküsü yazılmalıdır. Bu gerçekçi bir öykü olacak ise toplumsal kesimlerin yaşamlarına doğrudan dokunmalıdır.

Öykü yaratmak, Belediyecilik ise, kent rantlarını sermayenin hizmetine sunmak olmamalı, göğün yüzüne doğru dikilen binaların alt yapıları bile olmadan, nüfus yoğunlukları artırılarak şehir hayatı çekilmez hale getirilmemelidir. Ulaşım ve şehir alt yapısının kötüleştirilmesi olmamalıdır. Park, bahçe yapacağım diye ortak kullanım alanları sermayeye peşkeş çekilerek en kıymetli arsa alanları park yapıyorum diye ranta kurban edilmemelidir.  Her sene kaldırımlar yenilenerek asfalt dökülmemelidir. Yerel demokrasinin kaynağı olan belediyecilikte liberal çıkarlar için tüketim toplumuna dönüştürülmemelidir. Yerelde yaşayan her toplumsal kesimin temsiliyetinin sağlanmasını ortadan kaldıracak kültürel değerlerin yok sayılmaması, olamamalıdır. 

Toplumun üretim ilişkilerinin üzerine oturmuş idari yönetimin, toplumca yaratılan kaynakların nasıl paylaştıracağının bir öyküsü elbette olmalı. İnsanlığın yaşadığı zaman diliminde, doğayı ve insanlığı nasıl anlamlandıracağının, deprem ve sel baskınları olduğunda buna karşı insanlığı nasıl koruyacağının bir öyküsü olmalıdır. Toplumda temel çelişki haline gelen doğanın tahrip edilmemesi için, kadınların öldürülmemesi, gençlerin daha güvenli bir gelecekte yaşayabilmesi için bir öyküsü olmalıdır.

Toplumun yaratığı katma değerin adil ve eşit bir şekilde nasıl dağıtılacağının, eğitimde, sağlıkta, barınmada vatandaşların nasıl yararlandırılacağının ve kamusal hizmetlerin beleş olmasının nasıl sağlanacağının bir öyküsü olmalıdır. Planlı bir şekilde nasıl kalkınılacağının, toplumun kaynaklarının nasıl verimli ve etkin kullanacağının bir öyküsü olmalıdır.

Nüfusun sürekli artması ve kentleşmeden kentlere yığılmasının nasıl planlanacağının, tarımsal üretimin toplumun ihtiyaçlarını hangi düzeyde karşılayacağının bir öyküsü olmalıdır. Teknolojideki gelişmelerin toplumun geleceğini nasıl etkileyeceğinin ve üretim biçimlerini nasıl değiştireceğinin bir öyküsü olmalıdır.

Bütün bu saydıklarımız, belediye başkanı seçilecek en yetenekli bir kişinin yapacağı ve başaracağı türden öykülerden hiç değil. Görüldüğü gibi öykü yaratmak kolektif toplumun bütün güçlerinin ortaya koyabileceği ortak bir akıldan ve planlamadan geçmektedir.

Yeni bir yerel seçim dönemine girdiğimiz bu günlerde belediye başkanlarından ultra yetenekli oldukları düşüncesiyle siyasi partiler yetenek avına çıkmaktadırlar.  Ancak unutmamak lazım ki distopik olandan başka bir yetenek bulamayacaklardır. Ne bir “Örümcek Adam”, ne bir  “Süpermen” olacaktır yeni belediye başkanları. Yıllarca çarpık kentleşmenin, rant uğruna talan edilen kenetlerin dağlarca sorunlarını küçücükte olsa, bir dokunuş yapan insanlar olabilecektir. Ancak toplumun temel çelişkilerini çözebilecek bir kahraman hiç olamayacaklardır.

Gerçek bir öykü, ancak toplumun temel çelişkilerini çözebilecek bir plana sahip olan, liyakatli, kendini yenileyen, sürekli öğrenen organizasyonlar yaratan ve insan, örgüt ve toplumsal çelişkiler üzerinden ele alacak bir düşünsel program yaratmak olacaktır. Siyasetin öyküsü bunun için olmalıdır.

24 Temmuz 2023 Pazartesi

SÖZ VERMEK


Siyasal partiler; kendi oluşturdukları ekonomik ve sosyal politikalarını halka anlatmak, halk nezdinde kabul görmesini sağlamak ve seçimlerde iktidar olmak için yarışırlar. 

Bu ekonomik hayatta da böyle değil mi?

Rekabet koşullarının artması, pazardaki rakiplerin her geçen gün çoğalması, ürünlerin standartlaşması, işletmelerin markalarının tüketiciler üzerinde duygu uyandırmaya yönelik, yeni stratejiler geliştirmeye zorlar hale getirmektedir.  Tüketicinin duygularına yönelik marka tanıtıcı reklamlar yapmak, marka sadakatini artırmak uzun vadede marka ile tüketiciler arasında duygusal bir bağın kurulmasını sağlamaktır.

Sosyal hayatta ise, insanın bir tanımı olarak söz vermesidir. Nietzche insanı tanımlarken “insan söz verebilen bir hayvandır” diyor. İşte bunun için hayvan değildir insan diyor.Nietzche, insanı hayvandan ayırmak için özce de söz vermede yoğunlaşmış. İnsan sözünü tutsa da tutmasa da söz vermeden edemez.

Söz vermekle iş bitmez derler. Söz vermekle bitmez diyenler aynı zaman da bir eksikliği, bir yetersizliği dile getirirler. Bir işi sonuca ulaştırmak için, çok şey yapmak gerekir. Söz vermek olsa olsa sadece bunlardan bir tanesi olabilir. Yaygın olarak söylenen sözler vardır ya. Söz verince işler bitti mi sanıyorsun? Söz vermek nerede iş bitirmek nerede?

Söz vermekle iş bitmez anlayışı başka bir şeye de çağrı yapmaktadır. İnsanın iş yapmasının yanında, söz vermenin biraz eksik kaldığı görünür hale gelir. Başka bir açıdan da bakılırsa iş bitirmek söz vermekle başlar. Peki, söz vermek neden iş yapmak kadar değerli değil. Neden söz bu kadar değersiz kılınarak kötüye kullanılmış. Her zaman her toplumda ve çevrede rastlanan, bazende çok çok rastlanan dönekler, söz vermeye beslenen güven ve saygıyı azaltmış.

Son genel seçimlerde bir partinin sloganı görsellikle donatılmış toplumun her kesimini kapsayacak şekilde biraz da duygusal bir melodiyle hem görsel, hem de işitsel duyu organlarımıza hitap eden “SANA SÖZ BAHARLAR GELECEK”sözüdür.

Bu sloganı kullanan partinin genel başkanı bütün ekonomik, sosyal alanlara ilişkin kendi çözüm önerilerini ifade edecek şekilde …son cümlesini “SANA SÖZ…” ifadesiyle bitecek bir işitsel duygu ile seçmenlerin hislerini uyandırmak ve onların harekete geçmesini sağlamak, pozitif bir ruh halinden, mutluluk güven gibi daha güçlü duygulara hitap etmek istemekteydi.

Verilen sözlerde ekonomik ve sosyal hayatı etkileyecek, seçmenlerin yaşamına dokunacak vaatlerdi. Emekliye verilen 8.500 TL ikramiye, Depremzedeye ücretsiz konut, gençlere iş vaadi, çiftçiye ucuz mazot, hayvancılığa teşvik, çalışanlara geçinebileceği bir ücret, aile sigortası ve kadınlara tanınan ayrıcalık, gelir adaletindeki bozulmanın giderilmesi, yolsuzluk ve liyakatsizliğin giderilmesi, Hukukun üstünlüğü, bilimsel eğitim vb. gibi.

Partinin ve genel başkanın verdiği sözlerle asıl kimliğini bulma çabasının topluma verdiği sözlerle seçme çabasının bir ürünü olarak ortaya çıktı. Ancak yine bir eksiklik vardı ki bu asıl iş yapmanın bir göstergesi olan zaman. Söz verenin, zamana karşı savaşı. Zamana karşı savaşmak, geleceğe söz geçirmektir. Gelecek henüz var olmamıştır, umulmadık her şeyi kapsayabilir. Geçmişi olmadan da geleceğe söz geçirmek çok da kolay değildir.

Sadece, seçime endekslenmiş zamanlarda ortaya konulan “ sözler” yetersiz, bazende kifayetsiz kalıyor. Zamanı iyi kullanmayan toplumsal süreçlerle doğrudan ilgili bağlar kurulamayan, yeterli örgütsel yetkinliğe sahip olunmayan, genel merkez ile yerel parti organlarını politika üretmede yeterli yaratıcılığı göstermeyen organizasyonlarla “sözün” yetersiz kaldığı bir kez daha kanıtlanmış oldu. Seçmenlerin büyük bir kesimini ikna edemedi.

Toplumsal bir nitelik verilen şey, sözdeki zorunluluktur. Sözü vereni bir borca sokar. Borç ise ödenmelidir. Söz vermek başkasından daha çok söz vereni bağlar. Sözünü tutmayan kendini yadsır. Verilen söz ya tutulmuştur ya da tutulmamıştır. Ancak bu başarıya götürecek yol için verilmiş ise bu söz tutulmamıştır.

Verilen “söz” den sadece o parti üyeleri kırılıp dökülmemiş, duyguları törpülenmemiş, aynı zamanda parti üyesi olmayan ancak” söz” vermek duygusunu paylaşarak oy veren seçmenlerindünyalarında, gelecek beklentilerinde bir duygusal parçalanma olmuştur. Şimdi bir bütün olarak parçalanan bu duyguları yeniden ayağa kaldırabilmektir.

Buna “söz” verenlerin biran önce bu çareyi bulmaları, sıkıntıları giderip yeni bir yol açmaları gerekli ve zorunlu gözükmektedir.

EMEKLİDEN; YAŞAMAK İÇİN SİHİRBAZ OLMASI BEKLENİYOR


Yeni Hazine ve Maliye Bakanımız Mehmet Şimşek, 09.0.2023 tarihinde bir Twitter attı. 2023 yılında 15,9 milyon emeklimizin olduğunu ve maaşlarında önemli iyileşmeler yaptıklarını söyledi. Toplumsal bir ekonomik programdan ziyade, artık hükümet halkla iletişimi Twitter üzerinden kuruluyor. Böylece halkımız da önemli politikaların nasıl sürdürüleceğine vakıf oluyor.

TÜİK ‘in 12 Haziran 2023 tarihinde açıkladığı işgücü istatistiklerine göre işsizlik oranı 2023 yılı Nisan ayında yüzde 10 seviyesinde gerçekleşti.İstihdam edilenlerin sayısı 31 milyon 26 bin kişi, istihdam oranı ise yüzde 47,5 oldu. Yapılan açıklamadaki sayılara göre, çalışan sayısını, emekli sayısına oranladığımızda yaklaşık 1,95 çalışan ile bir emekli kişinin maaşı karşılanmaktadır. Bunun genelde bir emekliye karşılık, dört çalışan olması beklenir. 

Emeklilik ise Sosyal Güvenlik Kurumu yasalarına göre belirlenmiş koşulları sağlayanların emekliliğe hak kazanabileceği yasal olarak düzenlenmiştir. 5510 sayılı kanun yasallaştıktan sonra ise emeklilik koşulları değiştirilmiştir. Çalışma ve yaş koşulları yeniden düzenlenerek emeklilik koşulları yürürlükten kaldırılan, 506 sayılı yasaya göre ağırlaştırılmıştır.

Uygulamada olan, 5510 sayılı Sosyal Güvenlik Kanunumuza göre, 2036 yılına kadar erkekler 60 yaş, kadınlar ise 58 yaşını doldurmak ve 7200 gün malullük, yaşlılık ve ölüm sigortaları primi ödemiş olmak şartıyla, emekli olabileceklerdir. 2048 yılında ise erkek ve kadınların yaşları eşitlenerek 65 yaş üzerinden emekli olabilecektir. Bazı istisnaları da bulunmaktadır, bunun birçok detayı olması nedeniyle ayrıntısına girmeyeceğim.

Bunların yanı sıra 506 sayılı yasa değişmeden önce sigortalılıkları başlamış ve 506 sayılı yasanın kurallarına göre emekli olmayı bekleyen çalışanlar ise emeklilik koşullarının değişmesi sonucu emekli olamamışlar ve bir mağduriyetleri ortaya çıkmıştı. Kamuoyunda EYT ‘li olarak bilinen çalışanların bu mağduriyetlerinin giderilmesi için yasal bir düzenleme yapılarak,mağdur olan çalışanların bir kısmı da emekliliğe hak kazandılar.

Çalışırken toplumun gelişmesi, büyümesi ve kalkınması için emek saf eden çalışanlar, çalışma yaşamını tamamlayıp emekli olduklarında kalan ömürlerindekimseye muhtaç olmadan rahat bir hayat sürmek istemektedirler.

21 yıldır iktidarda olan ve ülkenin kalkınması ve refahı için hükümet edenler ne yazık ki gelinen noktada bunu sağlayamamıştır. Enflasyon almış başını gitmiş, pahalılık hızına yetişilemez olunmuştur. Hükümetçe verilen sözler hiç değişmeden hemen hemen 21 yıldır aynı sözleri vermektedir.. Türkiye’nin ekonomisinin Dünya’nın ilk on ekonomisi arasına girmesi, işsizliğin azaltılması, çalışanların enflasyona ezdirilmemesi söylemi devam etmiştir.

Yakın zamanda yaşadığımız bir genel seçim olmuştur. Bu seçim döneminde iktidar sahipleri toplumun her kesimine rahatlatıcı ama gerçek enflasyonun yine altında olan ücret artışları yapmış ancak yapılan bu artışların emeklilerin maaşlarında kalıcı bir hak olması konusunda yasal bir düzenleme yapılmamıştır. Yasal olarak hak edilen ( kök ücretlerine) emekli maaşlarına, bütçeden ek ödemeler yapılarak kısmi bir iyileştirme sağlamışlardır.

Memurların maaşlarında yapılan bugünkü ücret artışları da aynı sorunla karşı karşıya. Kök ücretlerinde yasal bir düzenleme yapıp belirli bir düzeye getirilirken, ek olarak verilen 8.077 TL bütçeden karşılanmaktadır. Bu memur ücretlerinde kalıcı, kazanılmış bir hak olarak devam etmeyecektir.

Hükümet, bunu önce emeklilerde uyguladı. Yasal bir düzenleme yapmadan alt sınırda olan emekli maaşlarına enflasyon artışının altında bir artış yaptılar, sonra 7.500 TL’nin altında kalan emekli maaşlarına bütçeden bir katkı yaparak herkesi aynı maaşlarda7.500 TL de eşitlediler.

2023 yılının birinci altı aylık döneminde TÜİK ‘in hesapladığı enflasyon oranı yüzde 19,77 göre emeklilere maaş artışı yaptılar. Ancak daha önceki emekli aylıklarına yasal bir hak düzenlemesi yapılmadığı için, yaklaşık 9 Milyona yakın bir emeklinin maaşı 7.500 TL’ nin altında kaldı. Refah artışıyla birlikte emekli maaşlarına yapılan yüzde 25 olarak artırılan tutardan yararlanamadı ve bu kadar emekli yine 7.500 TL almaya devam edecek.

TÜRK- İŞ sendikasının yaptığı araştırmaya göre Gıda harcamalarının tutarı Haziran 2023 ayında dört kişilik bir ailenin 10.373 TL, yoksulluk sınırı 33.789 TL olmuştur. Araştırma bulgularına göre, hane gelirinin ortalama %22,8’i gıdaya ayrılırken, en düşük %20’lik gelir diliminde olan hanelerin gıdaya ayırmak zorunda kaldıkları payın %35,8’e çıktığı görülüyor. Konut ve ulaştırma giderleri de eklendiğinde gelirinin %73’ünü kaçınılmaz zorunlu giderlere ayırmak durumunda kalmaktadırlar. Cumhurbaşkanlığı kararıyla, Katma Değer Vergisi oranları artırıldı. Emeklinin artmayan maaşından adil olmayan bir tüketim vergisi daha alınır hale geldi.

Yetkililerin, Twitter üzerinden önemli iyileşmeler yaptık açıklaması ile değil de, etkin ve kalıcı,  yoksulları, emeklileri koruyan bir ekonomik programla, enflasyonun kalıcı şekilde düşürülmesi gerektiği açıktır.

Emekliye verilen ücret, ağır ekonomik koşullarda çalışanların mezarda emeklilik olarak belirtikleri, emekli olmak için harcanan zaman gibi, emekli olduktan sonra da sihirbazlık yaparak geçimlerini sağlayacak bir ücret politikasıyla karşı karşıya kalıyorlar. Emekliler, ülkenin kalkınması, insanlarının refah içerisinde yaşaması için ömürlerini verdikleri çabalarının karşılığında bunları hak etmiyorlar.

VUK 359 Kapsamında Teminat, Ceza ve Mali Suç Bağlantıları Normlar Arası Geçiş ve Uygulama Rehberi

  Giriş Vergi Usul Kanunu’nun 359. maddesi, vergi kaçakçılığı suçlarını düzenleyen temel ceza normudur. Ancak bu madde, uygulamada yalnızca ...