12 Ocak 2025 Pazar

EMEKLİLER VE ÇALIŞANLARIN HAFIZALARI İLE OYNAMAK

 


Uzun bir zamandır emekliler ve çalışanlar zorluk içerisinde hayatlarını sürdürmeye çalışıyorlar. Bu kesimlerin sorunları sadece oy hesabı üzerinden ele alınıyor. Seçim olursa bu kesimler nasıl davranır. Bu kesimlere biraz kaynak aktarılır, ücretleri iyileştirilirse ,yine AKP iktidarına oy veririler denilerek, onların hafızası yokmuş gibi bir tutum içerisinde davrananlar ortaya çıkmaktadır.

Bu nereden kaynaklanıyor.  Yakın tarihte yapılan 31 Mart seçimlerinde, AKP hükümetinin maaş artışlarını Emekliler için insanca yaşamlarını sağlayacak düzeyde bir artış yapmaması nedeni ile AKP iktidarına bir ders vererek, Büyükşehirlerin çoğunu muhalefetin almasını gösteriyorlar.

Muhalefet bu durumu bir veri olarak kabul ederek, söylemlerini maaşlar üzerinden yükseltiyor ve erken seçim istiyor.

Tabi ki söylenen şeyde haklılık payı da yok değil. Yıllar itibariyle bu kesimlerin Gayri Safi Milli Hasıladan aldıkları paya bakıldığında, sürekli olarak bir düşme -azalma olduğu belirgin bir şekilde rakamlara yansımakta.

AKP iktidarı, emekliler ve çalışanların alım güçlerini düşürmesine rağmen, seçim dönemlerinde maaşlara artış yaparak bu kesimlerde bir algı yanılmasına neden oluyor. Yani, AKP iktidarı bu konuda maharetli ve böyle yaptığı bir gerçek olarak hafızalarda durmakta.

Belirli dönemlerde algı oluşturma, gerçeklikten daha önemli hale gelebiliyor. Özellikle seçim dönemlerinde.

Gerçeklikten kopup, gerçek ötesi ve umut pazarlamacıları haline gelinebiliyor. Gerçeklik yerine başka şeyleri görerek, bulundukları gerçeklik durumundan uzaklaşabiliyorlar.  Bazılarımız, gerçek olan şeyleri bazen algılarız, bazen algılamayız. Çevremizde olan ağaçlar, kuşlar, binalar, arabalar, ay, güneş, insanlar ve diğer canlıların varlığı vb. şeyler gerçektir. Bunları bazılarımız algılarız bazılarımız ise bu gerçekliği algılamayız. Beynimiz tarafından algıladığımız şeyler gerecek olur. Algılamadığımız şeyler ise gerçek olmaktan çıkar.

Bazı durumlarda kişisel inançlar, geleneğin etkisi ve duygular gerçekliliğin yerine geçebiliyor. Doğrular- geçeklik yerine, yanlışlar- yalanlar yerine geçebiliyor. Bu yalan ve yanlışlar gerçek üstü olarak çoğunlukla belirleyici olabiliyor. Yalan, doğrunun yerine geçebiliyor. Cumhurbaşkanlığı seçimlerinde muhalefetin adayının terör örgütü ile birlikte gösterilmesi ve bunun üzerinden propaganda yapılması ve seçmenlerin kararlarının etkilenmesi, gerçek ötesi durumun kullanılması yerine geçmişti.

Hükümet tarafından söylenen diğer bir şey ise emekliler ve çalışanların maaşlarının enflasyona ezdirmemek söylemi. İktidar tarafından her ücret artış döneminde enflasyona ezdirmedik sabit ücretle çalışanları denilmekte. Ama gerçeklik bu mu? Emekliler ve sabit ücretle çalışanlar buna cevap versin. Ama bunda bile bir algı yönetimi var.  En son asgari ücret artışı bile açlık ve yoksulluk sınırının altında kaldı. Emeklilere verilen ücret artışı geçmiş enflasyonu kadar oldu. Üstelik alacakları bu ücretler ellerine geçmeden, zamlar yoluyla tekrar ellerinden alınır oldu.

Asgari ücret ile çalışana yüzde 30, SGK ve BAĞ-KUR emeklisine yüzde 15.74, Memur Emeklisine yüzde 11.54 maaş artışı yapılırken, Hükümet bütün vergiler ve cezalara yüzde 43.93, ekmeğe yüzde 25, Akaryakıta yüzde 30 zam yaptı. Aralık 2024 ayında, Türk-İş mutfak enflasyonu % 45.5, İTO-ÜGE ile %46,9 ölçtü.

2025 yılı enflasyon artış oranı, orta vadeli programa göre yüzde 17,5, Merkez Bankasına göre yüzde 21 yine Merkez bankasının reel kesimin enflasyon beklentilerinin ölçülmesinde çıkan oran yüzde 42, sokaktaki vatandaşın beklentisi ise 63 civarında.

Durumun açık olarak algılanması için daha çok veri var. Ancak yaşanılan şeyin bundan daha acı yaşanır hale geleceği, birçok iktisatçı tarafından dile getirilmektedir.

Muhalefet geçen hafta Mersin Belediye’sinin toplu hizmet açılışında büyük bir sürprizimiz var diyerek her kesimi beklentiye soktu. Gördük ki, sürprizleri kırmızı kartmış. Bu kadar sorun varken, seçime götürmek için hükümeti, bula bula kırmızı kart metaforunu bulmak gerçekten büyük yaratıcılık. Toplumun temel sorunları yerine, maç yapar hale getirirseniz, bulacağınız şeyde onun oyun aracı olan kırmızı kart göstermek olur.

Çalışanların sendikalaşmasını, emeklilerin kalıcı insanca yaşayacağı ve milli gelirden pay almasını sağlayıcı, toplumun huzur ve refahını artırıcı somut çözüm önerileri getirmek artık şart. Muhalefet bunun üzerinde çalışmalı elle tutulur, gözle görülür önerilerle, yalan ve yanlışa yer vermeyecek önerileri, hükümete akıl vermek yerine, kendi çözümünü topluma sunmalıdır.

Hükümetin seçim yoluyla ücret artışlarındaki gerçek üstü oyunları, muhalefetin ise umut olacak, toplumun gelecek beklentileri üzerinden yeniyi inşa etme yerine mevcudu koruma anlayışı, emekliler ve çalışanların gerçeklik algısını bozmaktadır.

Emekliler ve çalışanların hafızaları ile oynamak, doğru/gerçek yerine, yalanı/ yanlışı, koymak olsa gerek.

 

 

 

 

 

 


İşçi Hangi Kuruma Göre Yemek Yesin?

 İşverende şaşırdı, işçi de. Alınan ücret her iki kanuna göre aynı, yemek yemeye gelince farklı. Okuyucular şaşıracaktır. 

Bu nedir diye. Anlatalım.

Gelir Vergisi Kanunu’numuzda kazançlar vergilendirilir. İşçinin de kazancı emeğinin karşılığı ücrettir. Asgari ücretin üzerinde alınan bir ücret vergiye tabidir. Asgari ücret vergi dışıdır. Yani vergiden istisnadır.
Sosyal Sigortalar Kanunu’na göre işçinin aldığı ücretten kurum giderleri ile çalışanların sağlık ve emeklilik günlerini karşılamak üzere prim adı altında belirli oranlarda kesintiler yapılır.

Her iki kanunda da bazı ücretler, kurumlarca belirlenerek istisna edilmektedirler. İşte bizim bahsettiğimiz konu da bu istisna edilen tutar. Yani işveren tarafından, işçiye verilen fiili çalışma günlerindeki YEMEK BEDELİ.
Ne güzel işte işveren, işçisinin beslenmesi için bir bedel ödüyor, işçi de hiç değilse bu pahalılıkta öğlen karnını doyuruyor diyebilirsiniz.

Haklısınız, işçi çalışıyor enerji sarf ediyor ve bu enerjisini yeniden elde edebilmek için beslenmesi gerekmektedir. Ama gelin görün ki, SGK ve Gelir Vergisi Kanunun da bu verilen yemek bedellerinin belirli bir tutarı geçmesi durumunda hem vergiye tabi, hem de SGK tarafından prim kesintisine tabi. Bunu da anladık.

Ama iş bununla bitmiyor. Yemek aynı verilen tutarlar farklı. Böyle olunca SGK ve Gelir Vergisi, kesinti yapmak için birbirinden ayrılıyor. SGK diyor ki, nakit olarak işçiye bir günlük tutar olarak verilen 158,00 TL’den fazla verirsen ben bunu ücret gibi değerlendiririm ve üzerinde verilen tutardan prim keserim.
Gelir Vergisi Kanunu ise yok diyor ben, 158,00 TL değil 240,00 TL’yi dikkate alırım. Yani işveren işçiye nakit olarak 240,00 TL verirse, vergiye tabi tutmam. Ama 240,00 TL’nin üzerinde yani 1 TL fazla verirse vergiye tabi tutarım.

Gel de işin içinden çık. Her ikisi de bu ülkenin kurumu, ülkenin koşullarını her iki kurumda az çok biliyorlar.
İşçiye, işverenin vereceği yemek bedeline gelince farklılaşıyorlar.
İşveren, işçiye hangi tutarı yemek bedeli olarak vereceğini şaşırıyor. İşçi ise hangi bedeli alırsa karnını doyurabileceğini düşünüyor.

Bu farklılık yeniden gözden geçirilmelidir.

Ayrı ayrı olarak belirlenen tutarlar aynılaştırılmalıdır.

İşverenin tereddütte kalmasına, işçinin ise hangi tutarı alırsa bir öğün yemek yiyebileceğini düşünmesine varacak bir tutumdan vazgeçilmeli. Kurumların güvenini artıracak bir uyumun sağlanması olarak düşünülüp, SGK kararını gözden geçirerek en azından Gelir vergisindeki istisna tutarı olan 240,00 TL benimsenmelidir.


29 Aralık 2024 Pazar

CHP PARTİ PROGRAMI YENİLEME DANIŞMA KURULLARI



CHP, 2008 yılında, 14’cü parti kurultayı, parti programı gündemi ile toplanmış ve komisyonun hazırlamış olduğu programı düzeltmelerle birlikte kabul etmişti. Programı hazırlayan komisyon program taslağına “Çağdaş Türkiye İçin Değişim “alt başlığını kullanarak kurultayın dikkatine sunmuştu.

Bu program altı bölümden ve bu bölümlerin alt başlıklarından oluşmaktaydı. Bu program hazırlanırken ülkede nasıl bir ortam mevcuttu ve öne çıkan sorunlar ne idi.

2008 yılında Dünya’da bir finans krizi belirmişti. Birçok ülkede olduğu gibi iflaslar, dövizdeki yükseliş, enflasyon, işsizlik gibi birçok sorun oraya çıkmıştı. Bugün olduğu gibi o günde aynı iktidar, yani AKP ve Sayın Erdoğan ülkenin yönetimindeydi.

Dünya’da yaşanan kriz bize nasıl yansıyordu. İşsizlik ve kapanan şirket sayısı artıyor, sanayi şirketlerinin kapasite kullanım oranları düşüyor, sürekli önlem paketleri açıklanıyordu. 2002 ila 2008 yılları arasında kriz ekonomisine ilişkin tedbirler alınmamış, çalışanların ve halkın alım gücü yükseltilememiş, istihdamı artırıcı ekonomik genişleme sağlanamamıştı. Sıcak paranın ülkeye girişi önlenememiş ve sabit sermaye olarak yatırıma dönüştürülememişti. Sıcak para milyarlarca dolar faizini alarak ülkeden hızla kaçamakta idi.

Her yedi aileden bir yardıma muhtaç hale gelmişti. Kişi başına düşen milli gelir 10 bin 436 TL gerçekleşmişti. Hükümetin aldığı tedbir paketlerinin hiçbirinde dar ve sabit gelirlilere yer verilmemesi nedeniyle; ülkemizdeki işsizliği koz olarak kullananların maaşları azaltma çabaları, ülkemizdeki kaynağın tamamının yalnızca işverenlere ayrılması gibi önlemler ekonomik krizden çıkılması için yetersiz kalmıştı.

Buna göre 2008 yılında enflasyon son 5 yılın en yüksek değerine çıkmış, yıllık büyüme %1,1'e gerilemiş, ortalama borçlanma faizi %19,2 ile son dört yılın oranlarını geride bırakmış, sıcak para bir yıl içinde 107 milyar dolardan 54 milyar dolara gerilemişti.

Dış ticaret açığının 70 milyar dolara dayanmasıyla ortaya çıkan cari açık 41 milyar doları aşarak yeni bir rekor kırmıştı. Türkiye, 2003 ila 2008 yılları arasında toplam 237,2 milyar dolar yeni borç almış, buna karşılık aynı sürede 220,5 milyar dolar borç faizi ödemişti. Buna göre 2008 yılında enflasyon son 5 yılın en yüksek değerine çıkmış, yıllık büyüme %1,1'e gerilemiş, ortalama borçlanma faizi %19,2 ile son dört yılın oranlarını geride bırakmış, sıcak para bir yıl içinde 107 milyar dolardan 54 milyar dolara gerilemişti.

Dış ticaret açığının 70 milyar dolara dayanmasıyla ortaya çıkan cari açık 41 milyar doları aşarak yeni bir rekor kırmıştır. Türkiye, 2003 ila 2008 yılları arasında toplam 237,2 milyar dolar yeni borç almış, buna karşılık aynı sürede 220,5 milyar dolar borç faizi ödemişti. Kamu görevlilerinin %83'ü düzenli olarak her ay borç ödemek zorunda kalmaktaydı. Borçluların %21'i kredi kartı, %31'i ise her ay banka kredisi taksiti ödemek durumunda kalmıştı. Ancak AKP hükümeti ülkede bir kriz olduğunu kabul etmemiş ve bizi teğet geçti diyerek kendini savunmuştu.

Yukarıdaki hal ve duruma tarih vermeseydim birçok okuyucu  sanki bugünkü durumu anlattığımı sanacaklardı. Yine AKP iktidarı, yine Erdoğan yönetimde. Yine işsizlik var, yine sanayi üretimi iki ara dönemdir düşüyor, yine enflasyon almış başını gidiyor, yine cari açık artmış, yine alınan tedbirlerde çalışanlar ve sabit gelirliler korunmuyor, asgari ücret şok bir program uygulaması ile 22.104 TL olarak açlık sınırının altında belirleniyor. Yine ekonomik kriz olduğu AKP ve Cumhurbaşkanı tarafından kabul edilmiyor.

Türkiye sanki kendini tekrar ederek kısır bir döngüde dönerek aynı şeyleri yaşıyor.

Gelelim   Parti Program gündemli ilçe ve İl danışma toplantılarına. Eskilerin bir deyimi var, sen zarfa bakma mazrufa bak derler. Yani zarfa bakma, içerisine bak. Dışarıda program çalışması yapılıyor zannedilirken içeride değişen bir şey yok.  Konuşmacılar 22 adet belirlenen konu başlığı içerinde birini seçerek beş dakikada görüşünü belirtecekler. İmkansızı başaracaklar yani. Çünkü konu başlıkları beş dakikayla anlatılacak içerikten çok daha derin.

Bir defa örgüt dediğiniz yapı, bir konuyu analiz edecek ve yeni bir şey söyleyecek ise, öncelikle eskisinin koşulları ve etki analizini konuşmacılara sunması gerekir.   Sonra gerekli görülen konular için bir çalıma grubu oluşturarak, yerelden genele doğru bir soyutlamaya götürecek programatik çalışmalar yapılmalıydı. Sonuçlar çıkarılmalı, danışma toplantısının üyelerinin görüşlerine açılarak, nihayetinde yenileşmiş, koşulları anlamış, çözüm önerilerini somutlaştırmış bir çalışma oluşturulmalıydı. Konuşmacıların çoğu parti programını okumamış bile, mevcut programda olan hatta konuşmasından daha kapsamlı olan konularda yeniyi ifade eder gibi bunlar parti programına alınmalıdır diye söz söyleyebilmektedirler.

Program ve parti tüzüğü birlikte değerlendirilip, iktidar olunma yolunda mevcut koşullara alternatif önermeler yaratılarak, bunu uygulayabilecek insan ve  örgüt yapısını oluşturarak toplumsal destek çalışmasını yapabilecek bir hale gelmeliydi.

Ortanın solu yaklaşık 13 yıl sürmüş bir alternatif önerme olarak halkın karşısına çıkabilmişti. Çürüyen düzene alternatif önermeler ileri sürmüştü. O günün koşullarında Toprak sürenin, su kullananın, Eşit işe eşit ücret, çalışma koşulların iyileştirilmesi ve sendikal örgütlenme vb. ve bunu uygulayacak sosyal demokrat kadro için insan tipi gibi birçok alana ilişkin programatik dönüşüm.

İktidar olmaya alternatif olmak bütün hayatı kucaklamakla olabilecek kapsamlı bir çalışmadır. Bu anlayışla zarfa bakmayıp, mazrufa bakınca umdu kararıyor insanın. Kendimizi tekrar ederek yerimizde mi sayacağız? 

 


Ücretlilere; Asgari Ücret Tuzağı

 Asgari ücretin ne olduğundan ve ne kadar artırıldığından daha çok, çalışanların ne kadarının asgari ücret ve asgari ücret seviyesinde çalışıyor olduğu daha önemli hale gelmekte.

Asgari ücret birçok ülkede bir sosyal denge ve yoksullukla mücadelede bir sosyal politika aracı olarak kullanılmaktadır. Çalışanların yaşamlarını asgari düzeyde sürdürmelerini sağlamak üzere belirlenen bir ücrettir.
Önemli bir sosyal politika aracı olması toplumda en az ücretle yaşamını sürdürenlerin belirli bir tutar olarak belirlenerek, birçok verinin bir rakama bağlanması, gösterge olarak kullanılmasından gelmektedir.


Bir rakam olarak bakıldığında asgari ücret çok bir şey ifade etmez. Ancak tek bir anlamlı görüş ortaya çıkarır ki o da asgari “en az ücreti” ifade etmesidir. Toplumun yoksulluğu bu ücrete yaklaştıkça artar, uzaklaştıkça alım gücünün artması ve çalışanların refahlarının artmasına katkı sunar. Asgari ücret, vatandaşın asgari yaşamını sürdürmesi anlamında daha önemli hale gelmektedir.
Bir toplumda sürekli büyüme artarken çalışanların büyük bir kısmının asgari ücret düzeyinde bir ücret alması, emeğin ( çalışanların) toplumsal refah artışından yeterince pay alamadıklarını gösterir.


Türkiye, Avrupa Birliği (AB) ülkeleri içinde en düşük asgari ücrete sahip ülkelerden biri olmanın yanında, asgari ücretle çalışanların oranının en yüksek olduğu ülkedir. 2017’de Avrupa Birliği üyesi ülkelerde asgari ücret alanların yakın çevresinde ücret alanlar %9 civarında. Yani asgari ücret alanların ücretinin %10 üzerinde ya da %10 altında ücret alanlar tüm çalışanların yüzde onunu bile oluşturmaz.


Türkiye’de ise asgari ücretin yüzde 10 fazlası ve altında ücretle çalışanların oranı yüzde 62’dir. Böylece Türkiye’deki asgari ücret civarında ücret alanların oranı AB ortalamasının 5 katından fazladır. Yeni belirlenen asgari ücret ise bu oranı daha da artıracaktır.
Asgari ücretin artırılması işverene bir maliyet oluştururken devlete de yeni bir gelir kaynağı oluşturmaktadır. Sosyal güvenlik primleri artacaktır. Emeklilerin ücretleri, kaç çalışan tarafından yatırılan sosyal güvenlik ödemesi ile karşılanacağı, emekli aylıklarında artırılacak tutarı da belirlemektedir. Asgari ücret komisyonu, 2025 yılı asgari ücretini %30 artışla, neti 22.104 TL olarak açıklandı. Bu ücret bir taraftan asgari ücret düzeyinde çalışan sayısını artıracak ve nitelikli iş gücünün ücret seviyesini düşürecektir. Alım gücü açısından ise Mart 2025 ayından itibaren etkisini yitirecektir.


Asgari ücret tuzağı, bütün çalışanların çok büyük bir kısmını etrafında toplayarak, ortalama ücret halini alacaktır. Çalışanların, yüksek enflasyon ortamında alım güçlerini artırmayacak ancak ücretlerini asgari ücret seviyesine çekerek burada çalışanların büyük bir bölümünün yığılmasına neden olacaktır. Çalışanların yoksullaşmasını artırıcı bir etki yaratacak, sosyal eşitsizliklerin artmasına neden olacaktır.


Asgari ücret artış sadece işçi olarak çalışanların ücretlerini belirlemiyor. Memurların ve emeklilerinde ücret artışlarını belirliyor. Memur ve emekliler de aldıkları ücretlerle geçinmektedirler. Genel refah seviyesinin ülke genelinde artırılmadan, milli gelirin adil bir şekilde paylaşılmasının sağlanmamasından hemen hemen her kesim etkilenmektedir.
En az emekli aylığının 12.500 TL olduğu ülkemizde, emekli aylıkları asgari ücret düzeyinde artırılsa bile 22.104 TL düzeyine gelecektir. TÜRK-İŞ tarafından açıklanan verilere göre KASIM 2024ayında açlık sınırı 20.562. TL, Yoksulluk Sınırı, 66.976 TL ‘dir.2025 yılı için ise açıklanan asgari ücret ise sadece 22.104 TL oldu. Enflasyonun baz endeksi nedeniyle düşeceği görülse bile, , fiyat artışlarının durmayacağı, yani enflasyon düşüyor gibi görünsene de fiyatlar düşmeyecektir.


Toplumun büyümesinde çalışanların aldığı pay ile sermayenin(patronların) aldığı pay da bunu açık olarak göstermektedir. Türkiye’de işgücü ödemelerinin milli gelir içindeki payı 2022 yılında yüzde 24,7 iken; 2023 yılında yüzde 29,7’ye yükseldi. Sermayenin aldığı payın, yani net işletme artığının, 2022 yılında yüzde 56,2 iken; 2023 yılında yüzde 50,5’i olmuştur. Sermaye sahiplerinin milli gelirden aldığı payın emeğin önemli bir kısmının sermaye lehine kullanıldığını gösteriyor. Çalışanların alım güçlerinin artırılmadığı ( fiyat artışlarının durdurulup- düşürülmediği )bir ortamda asgari ücretle çalışanların artığı ve bu ücrete yakın bir ücret politikasının ülkemizde yaygın olarak kullanıldığında yoksullaşma çok daha fazla görünür olacaktır. Asgari ücret uygulanan bir sosyal politika olma gücünü yitireceği açıktır.

Asgari ücretin artışı değil, çalışanların ne kadarının sayısal olarak bu ücrete ve bu ücret yakınında ücret aldığı önemli hale gelecektir.

30 Ekim 2024 Çarşamba

HÜKÜMET, BİNAYI ÇÜRÜTMÜŞ BİNA YIKILACAK, MUHALEFET SIVA YAPMAKLA MEŞGÜL

 

Son zamanlarda bunlarda olmaz yok artık denecek ne var ise ülkemizde gerçekleşmekte. Toplumun her kesimi artık sürdürülen sistemin bu koşullar altında yürümeyeceğinden neredeyse fikir birliğine varmış şekilde acıları en derinlerin duygularında, yüreklerinde hissediyor.

Yaşanılan ekonomik kriz, enflasyonist politikalar, toplumun adil olmayan gelir düzeyini oldukça bozmuş durumda. Adil bir gelir dağılımı olmayınca, birçok yaşamsal gereksinimlere ulaşmak mümkün olamaz hale gelmiş.

Hangi toplumsal kuruma bakılsa dökülüyor. Cumhuriyetle birlikte inşa edilmeye çalışılan birçok kurum yok olmak üzere. Biriktirmiş olduğu kurumsal kültür ve gelenekle birlikte yok olmaya yüz tutmuş.

Toplumun her kesimini kucaklayacak kapsayıcı kurumlar işlevsiz bir hal almakta. En son yaşanan sağlık sektöründeki insanlığın biriktirdiği tarihsel ve sosyal birikimin, gelenek ve göreneklerin, bireyin ahlaki tahammül sınırlarını zorlayacak derecede yıkıcı olmuştur. İnsanlığın en zor zamanlarında savaş ve yıkımlarda yapmayacağı şeyler,insanlık dışı kendi türüne yapılabilecek bir zalimlik yaşanmıştır.

Kadın, çocuk cinayetleri toplumun yerleşik düşünsel dünyasını kökten sarsıcı şekilde her gün başka bir boyuta taşınmaktadır.

Ekonomik çıkmaz geniş kesimlerde artık çözülemez, kangren olmuş bir hastalık olarak görülmektedir. Tedavi edecek ekibin güvenirliği gittikçe azalmakta, çözüm odağı olmayacağı duygusu yerleşmektedir.

Sorunlar o kadar köklü hale gelmiş ki, birini onaracağım ve yapacağım derken birden çok başka sorunları ortaya çıkarmaktadır. Bu da tek yönlü bir aspirin tedavisiyle iyileştirilebilecek sorunlar olmaktan çoktan çıkmış olduğu gözükmekte.Cumhuriyetin 100. Yılında gelinen durum bu maalesef.

Ekonomik çöküş sadece şirketleri vurmakta değil. Aynı zamanda geniş çalışan halk kesimlerini daha fazla etkilemektedir. Uygulanan para politikaları ile gelir dağılımı tekrardan bozulmakta, parası olanın daha fazla para kazandığı bir sitem olarak kalmaktadır. Geniş halk kesimleri yoksullaştıkça daha fazla sosyal yardımlara ihtiyaç duyar hâle gelmekte. Belediyelerin açmış olduğu kent lokantaları şehir küçük esnafı, öğrenciler ve 10 kişinin alında çalışan kesimlerin gözdesi haline gelmektedir. Emeklilerin evlerinde pişirip yiyeceği yemekten daha ucuza buralarda az da olsa protein alabilecekleri yerler olacağı gözükmekte.

Asgari ücretle çalışan kesimlerin Ocak ayından, Eylül ayına gelindiğinde aldığı 17.000 liralık asgari ücret, alım gücü açısından 12.000 liraya düşmüş durumda. Enflasyon çalışanların bütün ekonomik birikimlerini tüketmektedir. Çalışanların, bir günden diğer güne çalışma enerjileri ve yaşam duyguları, tükenmişlik sendromu içerisinde tükenmeye doğru hızla gitmektedir.

Dış politika tutarsızlıklarla dolu olarak yeniden yenidengittikçe çözülmez bir hal alıyor. Güvenlik politikaları altında toplumun desteğini almak için sürekli güvensiz bir ortam varmış şeklindepropaganda yapılıyor. Çevremizde ateş topuna dönen yerel ve uluslararası askeri ve silah yığınakları bizi tehdit eder hale gelmektedir. Hükümet edenlerin halkın güvenliğini ve esenliği sağlamak, ülkenin sınırlarını korumakla mükellefolduğu anayasal bir görev. Ekonomik olarak sıcak para dışında bir çözüm üretilmemesi,halkın refah içinde yaşama beklentisini boşa çıkarmaktadır.

İç politikada çok sayıda toplumu endişelendiren olaylar sıklıkla oluşur hale gelmektedir. Kadın cinayetleri, çocuk istismarları, güvencesizçalışma ortamı, enflasyondan kaynaklanan halkın alım gücünün erimesi, işlevsiz kurumlar, hayvan hakları, çevre tahripleri, orman talanı vb. gibi bir yığın sorun halkın endişe kaynağını artırmaktadır. Milli eğitimde, sağlıkta, adalette ve güvenlikte yaşanan sorunlar da halkın yaşamında ve duygularında parçalanmalar oluşturmaktadır.

Liberal politikalar ve onun sonucu olan özelleştirmeler, yap işlet devret, kamunun küçülmesi doğrultusunda oluşturulan piyasaların yönetilen ve yönlendirilen yapısının bozulması ve etkinliğinin azaltılması, ortaya çıkan denetimsizlik, yıkıcı bir toplumsal etki yaratmaktadır.

Bütün bunlar olurken muhalefet ne yapıyor peki. Aynada saçını tarıyor gibi geliyor halka. Çünkü hiçbir sorunu doğru düzgün ele alamayan, sosyal, siyasal ve ekonomik sorunların kaynağını gösteremeyenbir edayla normalleşme altındahükümet güzellemesi yapıyor. Toplumsal barış elbette çok önemli, ancak toplumun çıkarları gözetiliyorsa refah yaratılıyorsa, eğitim, sağlık, konut sorunu, geçim yerinde ise anlamlı oluyor.

Hükümet muhalefet gibi davranıyor, 22 yıldır çözemediği sorunları, dış kaynaklar, iç bölücü ve teröristler diyerek sorumluluk almadan hep başkalarını sorumlu gösteriyor. Suni gündemlerle orta sahada top çeviriyor. Muhalefet ise bu sorunları yaratan iktidar değilmişçesine sanki, her şey yolunda gidiyormuş gibi suya sabuna dokunmayan eleştirilerle, normal bir hükümet uygulaması varmışçasına çöken binayı görmezden geliyor.

Hükümet binayı çürütmüş bina yıkılacak neredeyse, muhalefet ise hala yok canım sıva yapalım geçer, birkaç yıl daha hükümet bu evde oturur derdine düşmüş.

 

13 Nisan 2024 Cumartesi

KRİZ DÖNEMLERİNDE İŞLETMELERDE KURUMSALLAŞMA VE MUHASEBENİN ÖNEMİ

 

 

Giriş

 

Ekonomik kriz dönmelerinde, işletmelerin yollarını daha çabuk kaybettikleri ve işletme yönetiminin, süreçlerin yönetiminde karar alırken tüm paydaşların çıkarlarını gözetmekte zorluklarla karşılaştıkları ve en uygun değer noktasının bulunmasında bir kılavuza ihtiyaç duydukları kaçınılmazdır.

Kurumsallaşma, bir işletmenin uzun vadeli başarısı ve sürdürülebilirliği için kritik öneme sahiptir. Bu süreç, şirketlerin yapılarını, işleyişlerini ve kültürlerini profesyonelleştirerek, piyasa değişikliklerine ve iç dinamiklere hızlı ve etkin bir şekilde yanıt verebilmelerini sağlar. Muhasebe ise, kurumsallaşmanın temel taşlarından biri olarak kabul edilir. Şeffaf, doğru ve zamanında finansal raporlama, tüm paydaşların güvenini kazanmak ve karar alma süreçlerini iyileştirmek için önem arz etmektedir.

Kurumsallaşma da Muhasebenin Rolü

 

Muhasebe, bir işletmenin finansal sağlığını ölçen ve raporlayan bir araçtır. Kurumsal yapı içerisinde muhasebenin rolü çok yönlüdür:

·         Karar Destek Sistemi: Muhasebe, yöneticilere stratejik kararlar alırken rehberlik eder. Finansal analizler, yatırım kararları ve bütçe planlamaları muhasebe verileri ile desteklenir. Sapmalar muhasebe yöntemleri ile belirlenir ve yeni kararların daha etkin alınmasında yol gösterici olur.

·         Denetim ve Uyum: Muhasebe sistemleri, yasal düzenlemelere ve standartlara uyumu sağlar.  En son Enflasyon uygulaması yöntemi tamamen işletmenin varlıklarının ve öz kaynaklarının güncellenmesi bir muhasebe uygulama işlemidir. Bu, şirketin itibarını korur ve olası yasal yaptırımlardan kaçınmasına yardımcı olur. Denetim ve hukuki risklerin en aza indirilmesinde yönetimlerin en fazla yardımcısı olur.

·         Risk Yönetimi: Muhasebe, finansal riskleri tanımlar ve değerlendirir. Böylece, şirketler olası zararları minimize edebilir ve fırsatları değerlendirebilir. Piyasa koşullarının şirketin mali yapısına etkilerinin belirlenmesinde, ona karşı yeni önlemlerin alınmasında uyarıcı risk tanımlamalarına etki eder.

 

Finansal Planlama ve Analiz

 

Kurumsal muhasebe, finansal planlamanın temelini oluşturur. Gelir tahminleri, maliyet analizleri ve nakit akışı projeksiyonları, şirketin finansal yol haritasını çizer. Bu planlama, şirketin kaynaklarını en etkili şekilde kullanmasını ve finansal sürdürülebilirlik sağlamasını mümkün kılar. Kriz dönemlerinde işletmenin nakit akışları normal zamanlardan daha fazla bir öneme sahiptir. İşletme alacaklarının devir hızı da riskin planlanmasında kaynak kullanımında muhasebeden faydalanması gereklidir. İşletmelerin vergi planlanmasında muhasebe sistemi gerekli bilgilerin sağlanmasında, yönetime en önemli verileri sağlar.

·         İç Kontrol Sistemleri

Muhasebe, iç kontrol sistemlerinin bir parçası olarak, finansal süreçlerin doğruluğunu ve güvenilirliğini sağlar.  İşletme yönetiminin koymuş olduğu hedefler doğrultusunda kontrollerin yapılması sapmaların tespiti önceden görülerek çeşitli önlemlerin alınmasını kolaylaştırır. Bu sistemler, hata ve usulsüzlükleri önlemeye yardımcı olur ve şirket varlıklarının korunmasına katkıda bulunur.

·         Yatırımcı İlişkileri ve Kurumsal Şeffaflık

Yatırımcılar ve diğer paydaşlar, kararlarını şirketin finansal performansına dayandırır. Düzenli ve şeffaf finansal raporlama, yatırımcı güvenini artırır ve şirketin piyasa değerini olumlu yönde etkiler.

·         Yönetim ve Organizasyon

Kurumsallaşmış bir muhasebe sistemi, yönetim hiyerarşisini ve organizasyon yapısını destekler. Sorumlulukların ve yetkilerin net bir şekilde tanımlanması, etkin bir yönetim sürecini teşvik eder. İç kontrol sisteminin etkinliğini de artırmaya fayda sağlar.

·         Performans Yönetimi

Muhasebe, performans yönetimi için gerekli verileri sağlar. Bölüm ve birey bazında performans değerlendirmeleri, şirket yönetiminin hedeflerine ulaşmada önemli bir rol oynar. Performans yönetimi, kriz dönelmelerinde en hassas noktalardan biridir.

·         Kurumsal Kültür ve Etik

Muhasebe uygulamaları, kurumsal kültürün ve etik standartların oluşumunda önemli bir yere sahiptir. Şeffaflık, hesap verebilirlik ve dürüstlük, kurumsal değerlerin temelini oluşturur. İşletmelerin kalıcı olmasında kendi deneyimleriyle birlikte piyasa şartlarında oluşan değişimlerin kurumsal kültür içerisinde nasıl ele alınması ve yeni çözüm yollarının bulunmasında en etkin süreçlerin bulunmasında muhasebe yol göstericidir.

Sonuç

 

Kurumsallaşma sürecinde, muhasebenin sağladığı veri ve analizler, şirketlerin sağlam temeller üzerine inşa edilmesini ve pazarda rekabet avantajı elde etmesini sağlar. Bu nedenle, muhasebenin rolü sadece finansal raporlama ile sınırlı kalmamalı, aynı zamanda şirketin stratejik yönünü şekillendirmede de etkin bir araç olarak görülmelidir.

Kurumsallaşma, şirketlerin geleceğini şekillendiren bir süreçtir ve muhasebe bu sürecin ayrılmaz bir parçasıdır. Muhasebenin sağladığı bilgiler, şirketlerin stratejik kararlarını destekler ve uzun vadeli başarıya ulaşmalarını sağlar. Bu nedenle, muhasebenin sadece finansal raporlama aracı olarak değil, aynı zamanda mevcut durumun tespiti ve gelecek için stratejik bir kaynak olarak kullanılması işletmenin sürdürülebilirliğinin de vazgeçilmez bir parçasıdır.

 

YEREL SEÇİMLERDE İKTİDAR OLMANIN PARADOKSU

 


Paradoks, bir önermenin hem doğru hem de yanlış olma durumu. Bir önerme hem yanlış, hem de doğru olabilir mi? Bu sorun Giritli filozof Knossoslu Epimenides'in ardından adlandırılmıştır. Epimenides kendisi de bir Giritli olarak “Tüm Giritliler yalancıdır” söyleminde yer bulmaktadır. Epimenides'in bu ifadesi,  Epimenides paradoksu olarak adlandırılır. Zaman zaman yalancı paradoksu veya Giritli paradoksu olarak da anılmıştır.

Bir önerme söyleyen açısından, hem doğru hem de yanlış olmaz. Kendisi Giritli olan Epimenides’in söylediği doğru ise kendisi de Giritli olması dolayısıyla yalancı olması gerekir. Eğer Epimenides yalancıysa tüm Giritlilerin söylediği gibi Tüm Giritliler Yalancıdır önermesi de yanlış olması gerekir. Doğru söylediğine inanılırsa yalan söylediği anlaşılır. Tersi durumda ise önermesi yanlış kabul edilirse kendisinin doğru söylüyor olması gerekir ki, ama kendisi de Giritlidir.  Söylediği şey iki durumda da bir çelişkili durum ortaya çıkarmaktadır.

Bir kişinin kendisinin yalan söylediğini bildirdiğinde, onun söylediği söz doğru mudur yoksa yanlış mıdır? Burada ortaya konan paradoks “Söylediğim söz yanlıştır” şeklinde ifade ediliyor olmasıdır. O zaman da kendisi de yalan söylemektedir ama kendisinin en doğru olduğunu iddia edebilmektedir.

Siyasilerde hep kendilerinin doğru olduğunu, seçmenler için en doğru şeyi kendilerinin ifade ettiğini söylerler ve iktidara geldiklerine yapacaklarını ifade ederler. Vaat ederken en doğruyu kendilerinin ifade ettiklerini söylerken, yapılmayınca siyasette bunların olabileceğini söylerler ve bir paradoksa düşerler. Çünkü kendileri de siyasetçidirler.

AKP, 2002 yılından bu tarafa iktidarda. İktidara gelirken birçok vaatlerde bulundu ve bunları kendisinin doğru olarak yapacağını söyledi. Ancak gelinen noktada yanlış yapılan birçok şeyle birlikte doğruları kendisinin yapacağını tekrar tekrar vaat olarak seçmenlere söylemektedirler.

Enflasyonu biz düşürdük, yine biz düşürürüz, Milli geliri artırdık zenginleştik, halkın mutluluğu ve refahını artırdık gibi. Ancak yaşanan bir şey var ki enflasyon iktidara geldikleri durumdan daha fazla yükselmiş durumda, yoksulluk daha fazla artmakta, açlık ve yoksulluk sınırı sürekli yükselmekte halkın zenginliği ve refahı düşmektedir. Topluma söylenen ile yaşanan arasında çelişki ortaya çıkmaktadır.

“Gerçek Belediyecilik” diye yerel seçimlerde belediyeciliği yine kendilerinin yapacaklarını söylerken 22 yıllık dönemde birçok İl’in belediye başkanlıkları kendilerinde olmasına rağmen yapamadıkları ve yerine getiremedikleri birçok kent ihtiyaçlarını yine kendilerinin yapabileceğini söyleyebilmektedirler. Bunu da “gerçek belediyecilik “ olarak söyleyebilmektedirler.

Hem merkezi iktidarda hem de yerel iktidarda olmalarına rağmen muhalefetin yapacağım diye vaat etmesi gereken ihtiyaçları, yine AKP ve Cumhur ittifakının vaat etmesi yine bu durumu paradoks bir şekilde içerisinde taşımaktadır.

Bir tarafta iktidar olmak diğer taraftan muhalefet gibi davranmak bir paradoks olmaktadır. Burada vaat edilen sorunların çözümüne ilişkin söylenen şey doğru ise yani “iktidar- belediye başkanlığını almak” o zaman zaten iktidarda kendileri bulunmakta “neden şimdiye kadar yapmadıkları” arasında mantıksal bir sorun ortaya çıkmaktadır. 

Aynı şeyi AKP nin, başka izlediği politikalarda da görmek mümkün. Şimdiye kadar “emeklilere en fazla maaş artışının bizim iktidar yaptı” söyleminde olduğu gibi. Artış yüksekse alım gücü neden düşük. Türk parasının değer düşüklüğü nedeniyle, gerçek alım gücündeki kıyaslama yapıldığında emeklilerin ne kadar düşük reel ücret aldıklarının ortaya çıkması gibi. Ama bu durumu yaratan iktidar sahiplerinin yine bu durumdan çıkaracak olanların, yine kendilerinin olduğunu söylemesi bir çelişki olarak ortaya çıkmaktadır. İktidar, eğer bu koşuları yaratıysa, bunu değiştirmeleri de mümkün değil. Sorunu ortaya çıkaranın, koşuları değiştirmeden yine aynı şeyi yaparak sorunları çözmesi de bir paradoks.

İktidar olmaktan ortaya çıkan yalancı paradoksu birbirine zıt iki örnekten birinin doğru olup diğerinin yanlış olmamasıyla ilgili bu seçimlerde de ortaya çıkmaktadır. Bir başka ifadeyle söyleyecek olursak, “ Belediyeleri tekrar almak” cümlesinin ifadesinde “gerçek belediyecilik” söylemi üzerinden yer verilmesinde ortaya çıkmaktadır. Bundan dolayı haber cümlesindeki sorunsalın yaratıcısının iktidar olmaktan kaynaklı, yüklenilen iddia yine “biz çözeriz” cümlesinde, çok sayıda sorunla ilişkili iktidar olma durumuna talip olunması bir paradoks.

Bir tarafta 22 yıldır yerelde ve ülke genelinde iktidar olup, sorunların ortaya çıkmasına neden olup, yine aynı sorunu “ biz çözeriz” demek doğru ise şimdiye kadar neden çözmediklerinin açıklanmasında bir yanlışlık ortaya çıkmaktadır. Ya iktidar değiller, ya da iktidarlar çözemiyorlar. AKP nin iktidar olduğu doğru ise, iktidar da sorun çözmek ise bu çözülememiş sorunların olması bir çelişki.

İktidar olmaktan kaynaklanan toplumsal bir paradoks yaşanmakta, halk ise kendini bir zaman tünelinde çaresiz ve çelişkiler yumağında bir paradoksta bulmakta.

 

İDEOLOJİSİZ İDEOLOJİ !!!...

 İdeoloji “…düşün bilimsel, toplumsal ya da siyasal bir öğreti oluşturan, ülkü olarak da benimsenebilen, kişi ve kurumların davranışlarına yön veren düşünceler bütünü. “olarak Oxford Languages tanımlamaktadır. Türk Dil Kurumu sözlüğünde ise” Siyasal veya toplumsal bir öğreti oluşturan, bir hükûmetin, bir partinin, bir grubun davranışlarına yön veren politik, hukuki, bilimsel, felsefi, dinî, moral, estetik düşünceler bütünü” olarak tanımlanmaktadır.

Uzunca bir zamandan bu tarafa ülkemizde bir düşünme sorunu yaşanmaktadır.  Bizde 12 Eylül 1980 ile başlayan ve 1989 Sovyet Sosyalist Cumhuriyetler Birliğinin ( çok önceden sosyalist düşünceden vaz geçilmişti ama bu tarihte resmileşmesi) resmi olarak sosyalist düşünceden vaz geçmesi ile Dünya’da yeni bir dünya düzeni kurulması için bazıları özellikle de liberaller çok sevinmişti.

Bu iki olayın altında yatan temel araç üretim ilişkilerinin ve gelir dağılımının ortaya çıkardığı yeni durumlar. Ülkemizde 1980 askeri cuntası ile ekonomi ray değişikliğine giderek bir yol ayırımına girmiş, ithal ikameci rayından çıkıp ihracatçı yeni bir raya geçmiştir. Süreç içerisinde emeğin milli gelirden aldığı pay azalmış, sermayenin payı ise artmıştır. Birikim ekonomisi tercih edilerek zengin daha zengin olmuş, yoksulluk gittikçe artan bir seyirle, bugün nüfusun büyük bir kesiminin açlık sınırında yaşamasına neden olmuştur.

Dünyada ise 1917 yılında Çarlık Rusya’sında yeni bir ülkü olarak kurulan sosyalizm, yoksulluk içerisinde yaşayan işçiler ile köylülerin kısa zamanda bütün ihtiyaçlarını karşılayacak, barınma, eğitim, sağlık ve temel ihtiyaçların karşılandığı, bilim ve düşüncenin yeşerdiği insanca bir yaşamın ilk ışıkları olan bir düzen kurulmuş.

İnsanlık adına umut verici olan ve çalışanların ve yoksulların gelecek umudu olan yeni düşünce tarzı, düşün bilim, toplumsal ve siyasal alanda insanlığın gelişmesinin, hayatını kolaylaştıran, sadece kendi için değil bir toplum ve doğa içinde yaşanılacak bir ortak idealin, ideolojinin kaynağı olarak görülmüştür.

Dünyada ise adaletsizlik yaygınlaşmış, yoksul ile zengin arasındaki makas açılarak adeta bir uçuruma dönmüştür. Açlık sınırında yaşayanlar dünya nüfusunun yarsından daha fazlası haline gelmiştir.

Mal ve mülkün kaynağının toplum olduğu, eşit ve özgür bir şekilde insanlığın yaşanılan zamanda, ihtiyaçlarının eşit ve adil olarak karşılandığı bir ülkü olarak yer bulmuştur.

Modern ulus, ulusal devletlerin ortaya çıkması ile inançlardan ayrı olarak sosyal sözleşmeler olarak ifade edilen hukuksal metinlerde mülkiyet hakkı yer bulmuştur. Ancak kaynağı belli olan ve yasal kurallara dayanan çalışma ve biriktirme şeffaf, hesap verilebilir bir denetim sürecinde topluma karşı açık hale getirilmiştir.

İnançsal olanın dışında aleni ve hesap verilebilir bir birikim yaslarla korunmuştur. Kamusal olanın yasalar ile aleni hale getirilmesi toplum ( Anayasa, yasa, vb. gibi)sözleşmesine göre kamunun bilgisine sunulmalıdır. Ancak bu kamusal olanın, inançsal olarak saklanmak istenmesi veya ölçüsüz bir servet olarak biriktirilip sahiplenilmesi izaha muhtaçtır.  Toplumun önüne çıkanların, servetin kullanımın bu dünyada kendisine verilerek emanetçi olarak bulundurduğunu söylemesi, açıkça ölçüsüz olarak biriktirip sahip olunan zenginliğin halktan saklanmasından başka bir şey değil olsa gerek.

Bunca yoksulluğun olduğu, neredeyse yoksulluğun toplam ülke nüfusunun yarsından fazlasına ulaştığı,  nüfusun dörtte birinin devlet yardımlarıyla ayakta zor durduğu ülkemizde önemli derecede dikkat çekmektedir. On altı milyon emeklinin, on üç milyonunun, on bin lira veya çevresinde emekli maşı aldığı, çalışanların yarısının asgari ücret ve azıcık üstünde ücretle çalıştığı koşullarda, kamusal yerlere aday olanların servetlerinin kendilerine değil, Allaha ait olduğunu söylemesi akla başka sorular getirmektedir.

Geniş bir yoksulluğa itilmiş olan kesimlerin aklına neden bu servetin idaresinin kendilerine verilmediği, yoksa kendilerinin Allah’ın kulu olmadıkları mı? gibi gereksiz bir soru sormalarına neden olabilecektir.

Toplum, her ne denilirse denilsin, bir sınıflar ayrımına tabidir. Bir tarafta ne adına olursa olsun biriktirilmiş uçsuz bucaksız servete sahip olanlar, diğer tarafta ise açlık sınırı altında yaşayan yoksul olan kesimler. Diğer taraftan toplumsal sınıfların olmadığını, kaynaşmış, imtiyazsız bir toplum olduğumuzu söyleyip ideolojiler öldü, yaşasın sömürü düzeni diyenler.  Sağ sol yok yaşasın orta yol diyenler. Düşünce öldü diye akıl ve mantığa gerek olmadığını düşünüp buna göre vasat bir siyaset üretenler.

Toplumun mutluluğu, refahı içerisinde yaşaması için fikir üretenler yok sayılırken, bazı siyasilerin ve siyasi partilerin, toplumun davranışlarına yön veren politik, hukuki, bilimsel, felsefi, dinî, moral, estetik düşünceler bütünü olan ideolojiden vaz geçip çoraklığa halkı mahkûm etmektedirler.

Sol ve sağ anlayışı harmanlayıp, orta yol diye vasat bir siyasete hapis edenler,  haksız, hukuksuz sömürünün devam etmesini isteyenler ve toplumun refahı ve mutluluğu için halkı düşünmekten korkutanlar, ideolojisiz ideolojiye övgü düzenlerdir.

 

 

 

İKLİM DEĞİŞİR MEVSİMLER AKDENİZ OLUR

 

Belki ülkemize güzel günler gelir ve halkımız gülümser.  Bir beklenti, bir umut her şey güzel olur, ağaçlar yeşerir, orman olur. Bozkırlar çiçek açar yeni bir hayat doğar ve insanımız derin bir soluk alır ve gülümser.

İnsanlığın epey bir zamandır yaşadığı dünya ile sorunları var. Çevre diye söylenen ve var oluşumuzun varlık nedeni, kaynağı doğayı zapt etme çabası.

Doğa insanlığa bütün kaynaklarını sundukça, insanlık bu kaynaklar üzerinden medeni koşulların yaratılmasına çalışmış, kendi varlığının bir parçası olmuş.

Zaman gelmiş ona yalvarmış, zaman gelmiş ona öfkelenmiş ama hiçbir zaman ondan vaz geçememiş. Onu korumuş, hatta bir birlerinin eksikliklerini giderir olmuşlar.

Ta ki, zaman gelip insanlığın bu gizli anlaşmayı tek taraflı olarak bozana kadar.  İnsanlık bu anlaşmayı bozmuş ve doğaya ve kurallarına karşı durmaya çalışmış. Bir ölçüde doğanın kurallarına kafa tutmuş, onu kendi çıkarı için ehlileştirmeye çalışmış. İçerisindeki kaynakları elde etmek ve doğayı eksiltmek için her türlü oyunu oynamış.

Gün gelmiş suyunu yok etmiş, gün gelmiş toprağını yok etmiş, gün gelmiş ağacını ve çiçeğini kırmış. Doğanın boynunu bükmek istemiş.

Doğa direnmiş, kesilen ağacının yerine yenisini yetiştirmiş, toprağının zamanla eski haline getirerek verimini artırmış, suyu kaybolmuş ancak o yılmadan suyunu tekrar aktır olmuş.

Hava bulutlanmış, kızgınlığını ve bütün öfkesini yeryüzünden çıkarırcasına sicim gibi yağmış. Doğanın dengesi birden bozulmuş. Ancak insanlık, ondan ne almış ise o fazlasıyla geri almış.

 İnsan yeni bilgiye ulaştıkça doğanın kurallarını öğrenmiş, onun yaratığı bütün kaynaklara sahip olmak istemiş.  Hiç doymazcasına ne var ne yok içerisinden sokup almak istercesine vahşi bir kıyıma tabi tutmuş.

Zaman gelmiş insanlık, kendi ihtiyaçlarından fazla üretmeye, daha fazla şeye sahip olmaya başlayınca, doğanın dengesi geri gelmemecesine bozulur olmuş. Eskisi gibi insanlığa yetecek olmaktan çıkmaya başlamış.

İnsanlığın temel gereksinmesi olan oksijen bile üretemez olmuş. Havası suyu, toprağı kirlenir olmuş. Doğanın ciğerlerine kadar girmek için insanlık her türlü alet edevatı kullanarak canını acıtır olmuş. Doğa bu kez kaynaklarını daha derinlere saklamaya, en kıymetli şeyleri bir biriyle karıştırarak, ayrışmaz hale getirmeye ve kendini korumaya çalışmış.

Öfkesi yükselir olmuş, daha çok insanlığa zarar verecek, sele, kasırgaya, heyelana, depreme, vb. şeylere dönüşerek insanlığın unutamayacağı yaralara neden olmuş.

Çoğu zaman, doğadan daha çok insanlık kendi yaptığı şeylerle kendi varlığının vaz geçilmez parçası olan doğaya zarar vermiş. Kar hırsına yenilmiş. Daha fazla kazanç uğruna doğanın kuralarını hiçe saymış.

Maden çıkarılmayacak yerden maden çıkarmış, ev yapılmayacak yere, ağaçları keserek oteller yapmış, suyun akış yoluna evler inşa etmiş.

Sermaye daha fazla doğayı tahrip ederek daha fazla kar derdine düşmüş, Dağları delmiş, ağaçları kesmiş, ekim alanlarına ev yapmış gittikçe doğal kaynakları kurutmaya başlamış. Bu en zor koşularda hiçbir güvenlik önlemine, çevre koşullarının korunmasına bakmadan daha fazla biriktirmeye, daha çok şeye sahip olmaya çalışır hale gelmiş. Buna doğayı korumayı anayasasına yazan ve bunlar için kurulan kurumlarda göz yummuş.  Çevre değerleme raporlarının gerektiği gibi olmasını arar olmaktan vazgeçmiş.  Yoksul halkı iş ve aş ile ikna etmeye çalışılmış, doğanın öfkesi halktan saklanır olmuş.

Ne zaman ki insanlar ölmeye başlamış, o zaman yaşadığımız doğanın ayağımızın altından kaydığının farkına varmaya başlanmış. Yeryüzü yetmemiş gökyüzüne turlar düzenler ve oraları keşfeder hale gelmek için yeni araçlar yaratmış.

İnsanlar ölmüş,  kar hırsı hiç oralı olmamış. Sömürü ve talan eksilmemiş. Kocaman dağ yürümüş, işçiler toprak altında kalmış hiçbir sorumlu bulunamamış.

Sömürü ve talan ekonomisi durmadan, doğa bir nefes almayacak olmuş. İnsanlığa zarar veren ve kendi yok oluşuna sebep olacak iklimler değişmeden mevsimler Akdeniz olmayacaktır.

 

EMEKLİNİN TOPLUMDAKİ YERİ, BİR VAR BİR YOK

 

 

İnsanlar doğar, büyür ve ölürler. Yetişkin olduklarında topumda çeşitli roller alırlar.  Anne, baba sosyal roller olduğu gibi, maddi üretim sürecinde işçi, patron ya da bir meslek sahibi olarak yaptığı işe göre taksici, tamirci, mali müşavir, öğretmen, doktor, öğrenci vb. gibi.

İnsanlar üreterek hayatlarını sürüdürler. Yaşamlarının büyük bir kısmını çalışarak geçirirler. Gelişmiş toplumlarda genç yaşlarda çalışarak geçirilen hayatlarının önemli bir bölümünde yaşlandıklarında da rahat bir hayat sürmesi için ücretlerinden( maaşlarından) kesintiler yapılarak devlet tarafından biriktirilir. 

Bu herkes tarafından bilinen, Sosyal Sigortalar Kurumuna ücretlerimizden(maaşlardan) kesilen tutarlardır. Bu kesintinin bir miktarı sağlık harcamalarını oluşturur. Çalışanların çalışırken ya da emekli olduğunda karşılaşacağı hastalıkların tedavisini karşılamak için olur. Önemli bir kısmı da emekli olduklarında, rahat bir hayat sürmelerini sağlamak üzere emekli maaşı almalarını sağlamak için olur.

Her sosyal devlet, sosyal sigortalar kurumuna çalışanlardan yaptığı kesintilerin yanı sıra, milli bütçeden bir miktar katkıda bulunur. Bu sosyal devlet olmanın gereğidir. Hiçbir sosyal devlet bu harcamaları devlete bir yük olarak görmez.

Genç yaşında çalışmaya başlayan bir çalışan, uzunca bir dönem, alın terinden kesilen bu tutarların devlet tarafından doğru bir şekilde kullanılarak, sağlık harcamaları için ve emekli olduğunda yaşamını sürdürecek tutarda bir emekli maaşı almasını bekler.

Üretimden çekilen emekliler, toplumsal başka bir kategoriye girerler. Tüketici olurlar, Tüketici olmaları mal ve hizmet üretenlerin, ürettikleri ürünleri tüketerek aynı zaman da bir fon sağlayıcısı olurlar. Milli gelire katkı sunmaya devam ederler.

Üretimle başlayan çalışanların hayatları tüketimle sürer. Devlet gençken ülkenin kalkınmasına, büyümesine ve geleceğe güvenle bakması için alın terini dökenlerin, emekli olduklarında insanca yaşamalarını,  bir minnet duygusu ile ve ödemiş oldukları sosyal güvenlik ödentileri ile insanca yaşamalarını sağlayıcı önlemler almalıdır.

Tüketim sadece ihtiyaçların karşılanması değildir. Aynı zamanda insanların kimliklerini ve toplumsal değerlerini oluşturma biçimidir de.

Emekliler, üretirken nihai amaç olarak emekli olduklarında hasta olduklarında hastane ve ilaç ihtiyaçlarının karşılanmasını isterler. Ne yazık ki emeklilerin aldığı ilaçların birçoğuna artık bir katılım bedeli ödemektedirler.

Emekli maaşlarına gelince bunu söylemeye bile gerek yok. Tam bir yoksulluk içerisinde iki yakaları bir araya gelmeden yaşamak orunda kalmaktadırlar. Ev kiraları, yeme –içme, giyinme ve sosyal etkinlikleri, maaşlarıyla karşılanamayacak düzeydedir.

 AKP iktidarının enflasyona emeklilerimizi ezdirmeyeceğiz lafı hep havada kalmaktadır. Bir söz var ya çeken bilir diye, gel bir de emekliye sor bakalım eziliyor mu enflasyona, ezilmiyor mu?

Oransal olarak yüzde 49,25 artırdık denilmesi emeklilerde bir hayal kırıklı, kendi varlıklarını yeniden sorgulamaya neden oldu. Önce on bin TL oldu denilen emekli en alt maaşları, sürekli yüzde oranlarla artırıldığı halde yaklaşık altı milyon emeklinin maaşında hiçbir değişme olmadı. Aldığı yine on bin TL oldu.

Yüzdelerle emekli maaşını şu kadar artırdık demenin emekliye hiçbir faydası olmadı. Asıl sorun emeklilerin yaşamlarını insanca sürdürebilecekleri bir (yüzde olarak artırdık deyip, hiç artırma yapamamış olmak yerine) yaşamını sürdürebilecek insanca bir emekli maaşının ödenmesi zorunlu hale gelmektedir.

Her ay açıklanan açlık ve yoksulluk rakamlarına bakıldığında emeklilerin maaşları mutlak yoksulluğun da altında kalmaktadır. Yaşamlarını sürdüremez hale gelmektedirler.

İktidar emeklilere ödedikleri maaşlarla, emeklilere verdiği toplumsal değeri göstermektedir. Emeklilerin toplumsal kimliklerini, toplumun yaşlılara gösterdiği değeri yerle bir etmektedir. Hükümetin, emeklilerin toplumsal statülerini, saygınlını ve sosyal ilişkilerde görünürlüğünü yok edecek derecede bir emekli maaşlıyla verdiği değeri göstermektedir.

Emekliye verilen toplumsal kimlik ve statü, AKP iktidarının verdiği değerle ancak bu kadar olabilmektedir. Varlığı bile, beli olmayan. Bir var bir yok.

 

VUK 359 Kapsamında Teminat, Ceza ve Mali Suç Bağlantıları Normlar Arası Geçiş ve Uygulama Rehberi

  Giriş Vergi Usul Kanunu’nun 359. maddesi, vergi kaçakçılığı suçlarını düzenleyen temel ceza normudur. Ancak bu madde, uygulamada yalnızca ...