13 Nisan 2024 Cumartesi

KRİZ DÖNEMLERİNDE İŞLETMELERDE KURUMSALLAŞMA VE MUHASEBENİN ÖNEMİ

 

 

Giriş

 

Ekonomik kriz dönmelerinde, işletmelerin yollarını daha çabuk kaybettikleri ve işletme yönetiminin, süreçlerin yönetiminde karar alırken tüm paydaşların çıkarlarını gözetmekte zorluklarla karşılaştıkları ve en uygun değer noktasının bulunmasında bir kılavuza ihtiyaç duydukları kaçınılmazdır.

Kurumsallaşma, bir işletmenin uzun vadeli başarısı ve sürdürülebilirliği için kritik öneme sahiptir. Bu süreç, şirketlerin yapılarını, işleyişlerini ve kültürlerini profesyonelleştirerek, piyasa değişikliklerine ve iç dinamiklere hızlı ve etkin bir şekilde yanıt verebilmelerini sağlar. Muhasebe ise, kurumsallaşmanın temel taşlarından biri olarak kabul edilir. Şeffaf, doğru ve zamanında finansal raporlama, tüm paydaşların güvenini kazanmak ve karar alma süreçlerini iyileştirmek için önem arz etmektedir.

Kurumsallaşma da Muhasebenin Rolü

 

Muhasebe, bir işletmenin finansal sağlığını ölçen ve raporlayan bir araçtır. Kurumsal yapı içerisinde muhasebenin rolü çok yönlüdür:

·         Karar Destek Sistemi: Muhasebe, yöneticilere stratejik kararlar alırken rehberlik eder. Finansal analizler, yatırım kararları ve bütçe planlamaları muhasebe verileri ile desteklenir. Sapmalar muhasebe yöntemleri ile belirlenir ve yeni kararların daha etkin alınmasında yol gösterici olur.

·         Denetim ve Uyum: Muhasebe sistemleri, yasal düzenlemelere ve standartlara uyumu sağlar.  En son Enflasyon uygulaması yöntemi tamamen işletmenin varlıklarının ve öz kaynaklarının güncellenmesi bir muhasebe uygulama işlemidir. Bu, şirketin itibarını korur ve olası yasal yaptırımlardan kaçınmasına yardımcı olur. Denetim ve hukuki risklerin en aza indirilmesinde yönetimlerin en fazla yardımcısı olur.

·         Risk Yönetimi: Muhasebe, finansal riskleri tanımlar ve değerlendirir. Böylece, şirketler olası zararları minimize edebilir ve fırsatları değerlendirebilir. Piyasa koşullarının şirketin mali yapısına etkilerinin belirlenmesinde, ona karşı yeni önlemlerin alınmasında uyarıcı risk tanımlamalarına etki eder.

 

Finansal Planlama ve Analiz

 

Kurumsal muhasebe, finansal planlamanın temelini oluşturur. Gelir tahminleri, maliyet analizleri ve nakit akışı projeksiyonları, şirketin finansal yol haritasını çizer. Bu planlama, şirketin kaynaklarını en etkili şekilde kullanmasını ve finansal sürdürülebilirlik sağlamasını mümkün kılar. Kriz dönemlerinde işletmenin nakit akışları normal zamanlardan daha fazla bir öneme sahiptir. İşletme alacaklarının devir hızı da riskin planlanmasında kaynak kullanımında muhasebeden faydalanması gereklidir. İşletmelerin vergi planlanmasında muhasebe sistemi gerekli bilgilerin sağlanmasında, yönetime en önemli verileri sağlar.

·         İç Kontrol Sistemleri

Muhasebe, iç kontrol sistemlerinin bir parçası olarak, finansal süreçlerin doğruluğunu ve güvenilirliğini sağlar.  İşletme yönetiminin koymuş olduğu hedefler doğrultusunda kontrollerin yapılması sapmaların tespiti önceden görülerek çeşitli önlemlerin alınmasını kolaylaştırır. Bu sistemler, hata ve usulsüzlükleri önlemeye yardımcı olur ve şirket varlıklarının korunmasına katkıda bulunur.

·         Yatırımcı İlişkileri ve Kurumsal Şeffaflık

Yatırımcılar ve diğer paydaşlar, kararlarını şirketin finansal performansına dayandırır. Düzenli ve şeffaf finansal raporlama, yatırımcı güvenini artırır ve şirketin piyasa değerini olumlu yönde etkiler.

·         Yönetim ve Organizasyon

Kurumsallaşmış bir muhasebe sistemi, yönetim hiyerarşisini ve organizasyon yapısını destekler. Sorumlulukların ve yetkilerin net bir şekilde tanımlanması, etkin bir yönetim sürecini teşvik eder. İç kontrol sisteminin etkinliğini de artırmaya fayda sağlar.

·         Performans Yönetimi

Muhasebe, performans yönetimi için gerekli verileri sağlar. Bölüm ve birey bazında performans değerlendirmeleri, şirket yönetiminin hedeflerine ulaşmada önemli bir rol oynar. Performans yönetimi, kriz dönelmelerinde en hassas noktalardan biridir.

·         Kurumsal Kültür ve Etik

Muhasebe uygulamaları, kurumsal kültürün ve etik standartların oluşumunda önemli bir yere sahiptir. Şeffaflık, hesap verebilirlik ve dürüstlük, kurumsal değerlerin temelini oluşturur. İşletmelerin kalıcı olmasında kendi deneyimleriyle birlikte piyasa şartlarında oluşan değişimlerin kurumsal kültür içerisinde nasıl ele alınması ve yeni çözüm yollarının bulunmasında en etkin süreçlerin bulunmasında muhasebe yol göstericidir.

Sonuç

 

Kurumsallaşma sürecinde, muhasebenin sağladığı veri ve analizler, şirketlerin sağlam temeller üzerine inşa edilmesini ve pazarda rekabet avantajı elde etmesini sağlar. Bu nedenle, muhasebenin rolü sadece finansal raporlama ile sınırlı kalmamalı, aynı zamanda şirketin stratejik yönünü şekillendirmede de etkin bir araç olarak görülmelidir.

Kurumsallaşma, şirketlerin geleceğini şekillendiren bir süreçtir ve muhasebe bu sürecin ayrılmaz bir parçasıdır. Muhasebenin sağladığı bilgiler, şirketlerin stratejik kararlarını destekler ve uzun vadeli başarıya ulaşmalarını sağlar. Bu nedenle, muhasebenin sadece finansal raporlama aracı olarak değil, aynı zamanda mevcut durumun tespiti ve gelecek için stratejik bir kaynak olarak kullanılması işletmenin sürdürülebilirliğinin de vazgeçilmez bir parçasıdır.

 

YEREL SEÇİMLERDE İKTİDAR OLMANIN PARADOKSU

 


Paradoks, bir önermenin hem doğru hem de yanlış olma durumu. Bir önerme hem yanlış, hem de doğru olabilir mi? Bu sorun Giritli filozof Knossoslu Epimenides'in ardından adlandırılmıştır. Epimenides kendisi de bir Giritli olarak “Tüm Giritliler yalancıdır” söyleminde yer bulmaktadır. Epimenides'in bu ifadesi,  Epimenides paradoksu olarak adlandırılır. Zaman zaman yalancı paradoksu veya Giritli paradoksu olarak da anılmıştır.

Bir önerme söyleyen açısından, hem doğru hem de yanlış olmaz. Kendisi Giritli olan Epimenides’in söylediği doğru ise kendisi de Giritli olması dolayısıyla yalancı olması gerekir. Eğer Epimenides yalancıysa tüm Giritlilerin söylediği gibi Tüm Giritliler Yalancıdır önermesi de yanlış olması gerekir. Doğru söylediğine inanılırsa yalan söylediği anlaşılır. Tersi durumda ise önermesi yanlış kabul edilirse kendisinin doğru söylüyor olması gerekir ki, ama kendisi de Giritlidir.  Söylediği şey iki durumda da bir çelişkili durum ortaya çıkarmaktadır.

Bir kişinin kendisinin yalan söylediğini bildirdiğinde, onun söylediği söz doğru mudur yoksa yanlış mıdır? Burada ortaya konan paradoks “Söylediğim söz yanlıştır” şeklinde ifade ediliyor olmasıdır. O zaman da kendisi de yalan söylemektedir ama kendisinin en doğru olduğunu iddia edebilmektedir.

Siyasilerde hep kendilerinin doğru olduğunu, seçmenler için en doğru şeyi kendilerinin ifade ettiğini söylerler ve iktidara geldiklerine yapacaklarını ifade ederler. Vaat ederken en doğruyu kendilerinin ifade ettiklerini söylerken, yapılmayınca siyasette bunların olabileceğini söylerler ve bir paradoksa düşerler. Çünkü kendileri de siyasetçidirler.

AKP, 2002 yılından bu tarafa iktidarda. İktidara gelirken birçok vaatlerde bulundu ve bunları kendisinin doğru olarak yapacağını söyledi. Ancak gelinen noktada yanlış yapılan birçok şeyle birlikte doğruları kendisinin yapacağını tekrar tekrar vaat olarak seçmenlere söylemektedirler.

Enflasyonu biz düşürdük, yine biz düşürürüz, Milli geliri artırdık zenginleştik, halkın mutluluğu ve refahını artırdık gibi. Ancak yaşanan bir şey var ki enflasyon iktidara geldikleri durumdan daha fazla yükselmiş durumda, yoksulluk daha fazla artmakta, açlık ve yoksulluk sınırı sürekli yükselmekte halkın zenginliği ve refahı düşmektedir. Topluma söylenen ile yaşanan arasında çelişki ortaya çıkmaktadır.

“Gerçek Belediyecilik” diye yerel seçimlerde belediyeciliği yine kendilerinin yapacaklarını söylerken 22 yıllık dönemde birçok İl’in belediye başkanlıkları kendilerinde olmasına rağmen yapamadıkları ve yerine getiremedikleri birçok kent ihtiyaçlarını yine kendilerinin yapabileceğini söyleyebilmektedirler. Bunu da “gerçek belediyecilik “ olarak söyleyebilmektedirler.

Hem merkezi iktidarda hem de yerel iktidarda olmalarına rağmen muhalefetin yapacağım diye vaat etmesi gereken ihtiyaçları, yine AKP ve Cumhur ittifakının vaat etmesi yine bu durumu paradoks bir şekilde içerisinde taşımaktadır.

Bir tarafta iktidar olmak diğer taraftan muhalefet gibi davranmak bir paradoks olmaktadır. Burada vaat edilen sorunların çözümüne ilişkin söylenen şey doğru ise yani “iktidar- belediye başkanlığını almak” o zaman zaten iktidarda kendileri bulunmakta “neden şimdiye kadar yapmadıkları” arasında mantıksal bir sorun ortaya çıkmaktadır. 

Aynı şeyi AKP nin, başka izlediği politikalarda da görmek mümkün. Şimdiye kadar “emeklilere en fazla maaş artışının bizim iktidar yaptı” söyleminde olduğu gibi. Artış yüksekse alım gücü neden düşük. Türk parasının değer düşüklüğü nedeniyle, gerçek alım gücündeki kıyaslama yapıldığında emeklilerin ne kadar düşük reel ücret aldıklarının ortaya çıkması gibi. Ama bu durumu yaratan iktidar sahiplerinin yine bu durumdan çıkaracak olanların, yine kendilerinin olduğunu söylemesi bir çelişki olarak ortaya çıkmaktadır. İktidar, eğer bu koşuları yaratıysa, bunu değiştirmeleri de mümkün değil. Sorunu ortaya çıkaranın, koşuları değiştirmeden yine aynı şeyi yaparak sorunları çözmesi de bir paradoks.

İktidar olmaktan ortaya çıkan yalancı paradoksu birbirine zıt iki örnekten birinin doğru olup diğerinin yanlış olmamasıyla ilgili bu seçimlerde de ortaya çıkmaktadır. Bir başka ifadeyle söyleyecek olursak, “ Belediyeleri tekrar almak” cümlesinin ifadesinde “gerçek belediyecilik” söylemi üzerinden yer verilmesinde ortaya çıkmaktadır. Bundan dolayı haber cümlesindeki sorunsalın yaratıcısının iktidar olmaktan kaynaklı, yüklenilen iddia yine “biz çözeriz” cümlesinde, çok sayıda sorunla ilişkili iktidar olma durumuna talip olunması bir paradoks.

Bir tarafta 22 yıldır yerelde ve ülke genelinde iktidar olup, sorunların ortaya çıkmasına neden olup, yine aynı sorunu “ biz çözeriz” demek doğru ise şimdiye kadar neden çözmediklerinin açıklanmasında bir yanlışlık ortaya çıkmaktadır. Ya iktidar değiller, ya da iktidarlar çözemiyorlar. AKP nin iktidar olduğu doğru ise, iktidar da sorun çözmek ise bu çözülememiş sorunların olması bir çelişki.

İktidar olmaktan kaynaklanan toplumsal bir paradoks yaşanmakta, halk ise kendini bir zaman tünelinde çaresiz ve çelişkiler yumağında bir paradoksta bulmakta.

 

İDEOLOJİSİZ İDEOLOJİ !!!...

 İdeoloji “…düşün bilimsel, toplumsal ya da siyasal bir öğreti oluşturan, ülkü olarak da benimsenebilen, kişi ve kurumların davranışlarına yön veren düşünceler bütünü. “olarak Oxford Languages tanımlamaktadır. Türk Dil Kurumu sözlüğünde ise” Siyasal veya toplumsal bir öğreti oluşturan, bir hükûmetin, bir partinin, bir grubun davranışlarına yön veren politik, hukuki, bilimsel, felsefi, dinî, moral, estetik düşünceler bütünü” olarak tanımlanmaktadır.

Uzunca bir zamandan bu tarafa ülkemizde bir düşünme sorunu yaşanmaktadır.  Bizde 12 Eylül 1980 ile başlayan ve 1989 Sovyet Sosyalist Cumhuriyetler Birliğinin ( çok önceden sosyalist düşünceden vaz geçilmişti ama bu tarihte resmileşmesi) resmi olarak sosyalist düşünceden vaz geçmesi ile Dünya’da yeni bir dünya düzeni kurulması için bazıları özellikle de liberaller çok sevinmişti.

Bu iki olayın altında yatan temel araç üretim ilişkilerinin ve gelir dağılımının ortaya çıkardığı yeni durumlar. Ülkemizde 1980 askeri cuntası ile ekonomi ray değişikliğine giderek bir yol ayırımına girmiş, ithal ikameci rayından çıkıp ihracatçı yeni bir raya geçmiştir. Süreç içerisinde emeğin milli gelirden aldığı pay azalmış, sermayenin payı ise artmıştır. Birikim ekonomisi tercih edilerek zengin daha zengin olmuş, yoksulluk gittikçe artan bir seyirle, bugün nüfusun büyük bir kesiminin açlık sınırında yaşamasına neden olmuştur.

Dünyada ise 1917 yılında Çarlık Rusya’sında yeni bir ülkü olarak kurulan sosyalizm, yoksulluk içerisinde yaşayan işçiler ile köylülerin kısa zamanda bütün ihtiyaçlarını karşılayacak, barınma, eğitim, sağlık ve temel ihtiyaçların karşılandığı, bilim ve düşüncenin yeşerdiği insanca bir yaşamın ilk ışıkları olan bir düzen kurulmuş.

İnsanlık adına umut verici olan ve çalışanların ve yoksulların gelecek umudu olan yeni düşünce tarzı, düşün bilim, toplumsal ve siyasal alanda insanlığın gelişmesinin, hayatını kolaylaştıran, sadece kendi için değil bir toplum ve doğa içinde yaşanılacak bir ortak idealin, ideolojinin kaynağı olarak görülmüştür.

Dünyada ise adaletsizlik yaygınlaşmış, yoksul ile zengin arasındaki makas açılarak adeta bir uçuruma dönmüştür. Açlık sınırında yaşayanlar dünya nüfusunun yarsından daha fazlası haline gelmiştir.

Mal ve mülkün kaynağının toplum olduğu, eşit ve özgür bir şekilde insanlığın yaşanılan zamanda, ihtiyaçlarının eşit ve adil olarak karşılandığı bir ülkü olarak yer bulmuştur.

Modern ulus, ulusal devletlerin ortaya çıkması ile inançlardan ayrı olarak sosyal sözleşmeler olarak ifade edilen hukuksal metinlerde mülkiyet hakkı yer bulmuştur. Ancak kaynağı belli olan ve yasal kurallara dayanan çalışma ve biriktirme şeffaf, hesap verilebilir bir denetim sürecinde topluma karşı açık hale getirilmiştir.

İnançsal olanın dışında aleni ve hesap verilebilir bir birikim yaslarla korunmuştur. Kamusal olanın yasalar ile aleni hale getirilmesi toplum ( Anayasa, yasa, vb. gibi)sözleşmesine göre kamunun bilgisine sunulmalıdır. Ancak bu kamusal olanın, inançsal olarak saklanmak istenmesi veya ölçüsüz bir servet olarak biriktirilip sahiplenilmesi izaha muhtaçtır.  Toplumun önüne çıkanların, servetin kullanımın bu dünyada kendisine verilerek emanetçi olarak bulundurduğunu söylemesi, açıkça ölçüsüz olarak biriktirip sahip olunan zenginliğin halktan saklanmasından başka bir şey değil olsa gerek.

Bunca yoksulluğun olduğu, neredeyse yoksulluğun toplam ülke nüfusunun yarsından fazlasına ulaştığı,  nüfusun dörtte birinin devlet yardımlarıyla ayakta zor durduğu ülkemizde önemli derecede dikkat çekmektedir. On altı milyon emeklinin, on üç milyonunun, on bin lira veya çevresinde emekli maşı aldığı, çalışanların yarısının asgari ücret ve azıcık üstünde ücretle çalıştığı koşullarda, kamusal yerlere aday olanların servetlerinin kendilerine değil, Allaha ait olduğunu söylemesi akla başka sorular getirmektedir.

Geniş bir yoksulluğa itilmiş olan kesimlerin aklına neden bu servetin idaresinin kendilerine verilmediği, yoksa kendilerinin Allah’ın kulu olmadıkları mı? gibi gereksiz bir soru sormalarına neden olabilecektir.

Toplum, her ne denilirse denilsin, bir sınıflar ayrımına tabidir. Bir tarafta ne adına olursa olsun biriktirilmiş uçsuz bucaksız servete sahip olanlar, diğer tarafta ise açlık sınırı altında yaşayan yoksul olan kesimler. Diğer taraftan toplumsal sınıfların olmadığını, kaynaşmış, imtiyazsız bir toplum olduğumuzu söyleyip ideolojiler öldü, yaşasın sömürü düzeni diyenler.  Sağ sol yok yaşasın orta yol diyenler. Düşünce öldü diye akıl ve mantığa gerek olmadığını düşünüp buna göre vasat bir siyaset üretenler.

Toplumun mutluluğu, refahı içerisinde yaşaması için fikir üretenler yok sayılırken, bazı siyasilerin ve siyasi partilerin, toplumun davranışlarına yön veren politik, hukuki, bilimsel, felsefi, dinî, moral, estetik düşünceler bütünü olan ideolojiden vaz geçip çoraklığa halkı mahkûm etmektedirler.

Sol ve sağ anlayışı harmanlayıp, orta yol diye vasat bir siyasete hapis edenler,  haksız, hukuksuz sömürünün devam etmesini isteyenler ve toplumun refahı ve mutluluğu için halkı düşünmekten korkutanlar, ideolojisiz ideolojiye övgü düzenlerdir.

 

 

 

İKLİM DEĞİŞİR MEVSİMLER AKDENİZ OLUR

 

Belki ülkemize güzel günler gelir ve halkımız gülümser.  Bir beklenti, bir umut her şey güzel olur, ağaçlar yeşerir, orman olur. Bozkırlar çiçek açar yeni bir hayat doğar ve insanımız derin bir soluk alır ve gülümser.

İnsanlığın epey bir zamandır yaşadığı dünya ile sorunları var. Çevre diye söylenen ve var oluşumuzun varlık nedeni, kaynağı doğayı zapt etme çabası.

Doğa insanlığa bütün kaynaklarını sundukça, insanlık bu kaynaklar üzerinden medeni koşulların yaratılmasına çalışmış, kendi varlığının bir parçası olmuş.

Zaman gelmiş ona yalvarmış, zaman gelmiş ona öfkelenmiş ama hiçbir zaman ondan vaz geçememiş. Onu korumuş, hatta bir birlerinin eksikliklerini giderir olmuşlar.

Ta ki, zaman gelip insanlığın bu gizli anlaşmayı tek taraflı olarak bozana kadar.  İnsanlık bu anlaşmayı bozmuş ve doğaya ve kurallarına karşı durmaya çalışmış. Bir ölçüde doğanın kurallarına kafa tutmuş, onu kendi çıkarı için ehlileştirmeye çalışmış. İçerisindeki kaynakları elde etmek ve doğayı eksiltmek için her türlü oyunu oynamış.

Gün gelmiş suyunu yok etmiş, gün gelmiş toprağını yok etmiş, gün gelmiş ağacını ve çiçeğini kırmış. Doğanın boynunu bükmek istemiş.

Doğa direnmiş, kesilen ağacının yerine yenisini yetiştirmiş, toprağının zamanla eski haline getirerek verimini artırmış, suyu kaybolmuş ancak o yılmadan suyunu tekrar aktır olmuş.

Hava bulutlanmış, kızgınlığını ve bütün öfkesini yeryüzünden çıkarırcasına sicim gibi yağmış. Doğanın dengesi birden bozulmuş. Ancak insanlık, ondan ne almış ise o fazlasıyla geri almış.

 İnsan yeni bilgiye ulaştıkça doğanın kurallarını öğrenmiş, onun yaratığı bütün kaynaklara sahip olmak istemiş.  Hiç doymazcasına ne var ne yok içerisinden sokup almak istercesine vahşi bir kıyıma tabi tutmuş.

Zaman gelmiş insanlık, kendi ihtiyaçlarından fazla üretmeye, daha fazla şeye sahip olmaya başlayınca, doğanın dengesi geri gelmemecesine bozulur olmuş. Eskisi gibi insanlığa yetecek olmaktan çıkmaya başlamış.

İnsanlığın temel gereksinmesi olan oksijen bile üretemez olmuş. Havası suyu, toprağı kirlenir olmuş. Doğanın ciğerlerine kadar girmek için insanlık her türlü alet edevatı kullanarak canını acıtır olmuş. Doğa bu kez kaynaklarını daha derinlere saklamaya, en kıymetli şeyleri bir biriyle karıştırarak, ayrışmaz hale getirmeye ve kendini korumaya çalışmış.

Öfkesi yükselir olmuş, daha çok insanlığa zarar verecek, sele, kasırgaya, heyelana, depreme, vb. şeylere dönüşerek insanlığın unutamayacağı yaralara neden olmuş.

Çoğu zaman, doğadan daha çok insanlık kendi yaptığı şeylerle kendi varlığının vaz geçilmez parçası olan doğaya zarar vermiş. Kar hırsına yenilmiş. Daha fazla kazanç uğruna doğanın kuralarını hiçe saymış.

Maden çıkarılmayacak yerden maden çıkarmış, ev yapılmayacak yere, ağaçları keserek oteller yapmış, suyun akış yoluna evler inşa etmiş.

Sermaye daha fazla doğayı tahrip ederek daha fazla kar derdine düşmüş, Dağları delmiş, ağaçları kesmiş, ekim alanlarına ev yapmış gittikçe doğal kaynakları kurutmaya başlamış. Bu en zor koşularda hiçbir güvenlik önlemine, çevre koşullarının korunmasına bakmadan daha fazla biriktirmeye, daha çok şeye sahip olmaya çalışır hale gelmiş. Buna doğayı korumayı anayasasına yazan ve bunlar için kurulan kurumlarda göz yummuş.  Çevre değerleme raporlarının gerektiği gibi olmasını arar olmaktan vazgeçmiş.  Yoksul halkı iş ve aş ile ikna etmeye çalışılmış, doğanın öfkesi halktan saklanır olmuş.

Ne zaman ki insanlar ölmeye başlamış, o zaman yaşadığımız doğanın ayağımızın altından kaydığının farkına varmaya başlanmış. Yeryüzü yetmemiş gökyüzüne turlar düzenler ve oraları keşfeder hale gelmek için yeni araçlar yaratmış.

İnsanlar ölmüş,  kar hırsı hiç oralı olmamış. Sömürü ve talan eksilmemiş. Kocaman dağ yürümüş, işçiler toprak altında kalmış hiçbir sorumlu bulunamamış.

Sömürü ve talan ekonomisi durmadan, doğa bir nefes almayacak olmuş. İnsanlığa zarar veren ve kendi yok oluşuna sebep olacak iklimler değişmeden mevsimler Akdeniz olmayacaktır.

 

EMEKLİNİN TOPLUMDAKİ YERİ, BİR VAR BİR YOK

 

 

İnsanlar doğar, büyür ve ölürler. Yetişkin olduklarında topumda çeşitli roller alırlar.  Anne, baba sosyal roller olduğu gibi, maddi üretim sürecinde işçi, patron ya da bir meslek sahibi olarak yaptığı işe göre taksici, tamirci, mali müşavir, öğretmen, doktor, öğrenci vb. gibi.

İnsanlar üreterek hayatlarını sürüdürler. Yaşamlarının büyük bir kısmını çalışarak geçirirler. Gelişmiş toplumlarda genç yaşlarda çalışarak geçirilen hayatlarının önemli bir bölümünde yaşlandıklarında da rahat bir hayat sürmesi için ücretlerinden( maaşlarından) kesintiler yapılarak devlet tarafından biriktirilir. 

Bu herkes tarafından bilinen, Sosyal Sigortalar Kurumuna ücretlerimizden(maaşlardan) kesilen tutarlardır. Bu kesintinin bir miktarı sağlık harcamalarını oluşturur. Çalışanların çalışırken ya da emekli olduğunda karşılaşacağı hastalıkların tedavisini karşılamak için olur. Önemli bir kısmı da emekli olduklarında, rahat bir hayat sürmelerini sağlamak üzere emekli maaşı almalarını sağlamak için olur.

Her sosyal devlet, sosyal sigortalar kurumuna çalışanlardan yaptığı kesintilerin yanı sıra, milli bütçeden bir miktar katkıda bulunur. Bu sosyal devlet olmanın gereğidir. Hiçbir sosyal devlet bu harcamaları devlete bir yük olarak görmez.

Genç yaşında çalışmaya başlayan bir çalışan, uzunca bir dönem, alın terinden kesilen bu tutarların devlet tarafından doğru bir şekilde kullanılarak, sağlık harcamaları için ve emekli olduğunda yaşamını sürdürecek tutarda bir emekli maaşı almasını bekler.

Üretimden çekilen emekliler, toplumsal başka bir kategoriye girerler. Tüketici olurlar, Tüketici olmaları mal ve hizmet üretenlerin, ürettikleri ürünleri tüketerek aynı zaman da bir fon sağlayıcısı olurlar. Milli gelire katkı sunmaya devam ederler.

Üretimle başlayan çalışanların hayatları tüketimle sürer. Devlet gençken ülkenin kalkınmasına, büyümesine ve geleceğe güvenle bakması için alın terini dökenlerin, emekli olduklarında insanca yaşamalarını,  bir minnet duygusu ile ve ödemiş oldukları sosyal güvenlik ödentileri ile insanca yaşamalarını sağlayıcı önlemler almalıdır.

Tüketim sadece ihtiyaçların karşılanması değildir. Aynı zamanda insanların kimliklerini ve toplumsal değerlerini oluşturma biçimidir de.

Emekliler, üretirken nihai amaç olarak emekli olduklarında hasta olduklarında hastane ve ilaç ihtiyaçlarının karşılanmasını isterler. Ne yazık ki emeklilerin aldığı ilaçların birçoğuna artık bir katılım bedeli ödemektedirler.

Emekli maaşlarına gelince bunu söylemeye bile gerek yok. Tam bir yoksulluk içerisinde iki yakaları bir araya gelmeden yaşamak orunda kalmaktadırlar. Ev kiraları, yeme –içme, giyinme ve sosyal etkinlikleri, maaşlarıyla karşılanamayacak düzeydedir.

 AKP iktidarının enflasyona emeklilerimizi ezdirmeyeceğiz lafı hep havada kalmaktadır. Bir söz var ya çeken bilir diye, gel bir de emekliye sor bakalım eziliyor mu enflasyona, ezilmiyor mu?

Oransal olarak yüzde 49,25 artırdık denilmesi emeklilerde bir hayal kırıklı, kendi varlıklarını yeniden sorgulamaya neden oldu. Önce on bin TL oldu denilen emekli en alt maaşları, sürekli yüzde oranlarla artırıldığı halde yaklaşık altı milyon emeklinin maaşında hiçbir değişme olmadı. Aldığı yine on bin TL oldu.

Yüzdelerle emekli maaşını şu kadar artırdık demenin emekliye hiçbir faydası olmadı. Asıl sorun emeklilerin yaşamlarını insanca sürdürebilecekleri bir (yüzde olarak artırdık deyip, hiç artırma yapamamış olmak yerine) yaşamını sürdürebilecek insanca bir emekli maaşının ödenmesi zorunlu hale gelmektedir.

Her ay açıklanan açlık ve yoksulluk rakamlarına bakıldığında emeklilerin maaşları mutlak yoksulluğun da altında kalmaktadır. Yaşamlarını sürdüremez hale gelmektedirler.

İktidar emeklilere ödedikleri maaşlarla, emeklilere verdiği toplumsal değeri göstermektedir. Emeklilerin toplumsal kimliklerini, toplumun yaşlılara gösterdiği değeri yerle bir etmektedir. Hükümetin, emeklilerin toplumsal statülerini, saygınlını ve sosyal ilişkilerde görünürlüğünü yok edecek derecede bir emekli maaşlıyla verdiği değeri göstermektedir.

Emekliye verilen toplumsal kimlik ve statü, AKP iktidarının verdiği değerle ancak bu kadar olabilmektedir. Varlığı bile, beli olmayan. Bir var bir yok.

 

BEKLENEN KARA TREN GELMİYOR ARTIK

 



Çalışanlar ve emekliler açısından zor bir yıl geride kaldı. Zordu ama yapacakları başka da bir şey yoktu. Örgütlü çalışan kesimler toplu sözleşmelerle, bir nispette olsa haklarını almak için üretimden gelen güçlerini kullanarak, kısmi de olsa haklarını ve menfaatlerini koruyabiliyorlar.

Yaklaşık on altı milyon emekli, örgütlü olmadığı, kendi aralarında kurmuş oldukları sendikaları olsa da bu sendikal kuruluşları iktidarın tanımadığı ve her fırsatta kapatmak istediği aşikâr. Ancak örgütlü olmasalar da önemli bir oy baskısına sahip oldukları da ortada. Emekliler partisi kursalar neredeyse iktidar olabilirler.

Temmuz 2023 ayında yapılan yüzde yirmi beş ücret artışından yaklaşık dokuz milyon emekli yararlanamamış, aldığı 7.500 TL, maşlarda artış olmasına rağmen değişmemiş ve aynı emekli maaşını almaya devam etmişlerdir. O zaman öğrendiler ki, asıl maaşları yüzde yirmi beş artışa rağmen değişmeyen bir kök ücretleri olduğu. Kök maaşlarında bir düzenleme yapılmadan yüzdelerle artırılan tutarlar, enflasyona tuş olup hep yenilip, sırtı yerden kalkmayan emekliler, yine aynı sonuçla karşı karşıya kalabilirler.

Hükümet düşük kalan emekli maaşlarına, bütçeden lütufta bulunup bir ilave ücret ilave ederek dokuz milyon kişiye 7.500 TL emekli maaşını verebildiler.

Emekliler açısından şarkı sözü gibi, bir acayip bekleyiş, sanki dakikalar yok, yıllar geçiyor, ancak bir türlü hayatlarının ikinci baharında bir türlü refaha kavuşamıyorlar.  Bu yaşadıkları ülkede, alın terlerini akıttıkları,  hayatlarının en güzel günlerini çalışarak hizmet geçirdikleri zamanları hiç yokmuş gibi davranılmaktadır. Hükümet tarafından sanki bütçeye bir yük gibi görülmeye başlamaktadırlar. Maliye Bakanının enflasyonun konusunda söylediği sözler. Sanki enflasyonun tek nedeni alın teriyle mal ve hizmet üretmek için hiçbir fedakârlıktan sakınmayan çalışanlar.

Emekli olmadan önce çalışanlar, bu ülkenin Sosyal Güvenlik Kurumuna; bir sağlık için, iki emeklilik için prim öderler. Bu primler hasta olduklarında hastanelerden yararlanmak, emekli olduklarında ise insanca yaşayabilecekleri bir emekli maaşı almak içindir. Bu biriken paralar değerlendirilir ve emeklilere maaş olarak ödenir.

Bu sisteme sosyal politikalar açısından, primli ödemler sistemi olarak adlandırılır. Yani hükümetler emeklilere boş yere emekli maaşı ödemezler. Çalışanların zamanında ödedikleri primleri maaş olarak geri öderler. Bütün ülkelerde sosyal güvenlik kurumlarına genel bütçeden bir kaynak aktarılır.

TÜİK beklenen Aralık ayı enflasyon rakamlarını açıkladı. Herkes çalışanların ve emeklilerin ne kadar maaş alacaklarını hesaplamaya başladılar. Enflasyon artışlarına bakıldığında memur ve memur emeklilerin maaşları hesaplanabilirken, BAĞ-KUR ve SGK emeklilerin maaşları sadece enflasyon rakamlarına bakıldığında çok düşük kalmaktadır. Bu tutarlar üzerinden Milli hasıladaki artıştan ve ülkedeki büyümeden ne kadar yararlanacakları henüz belli değil.

Bir de yaklaşık dokuz milyon emekli için kök ücret sorunu bulunmaktadır. Hükümet bu kök ücrette bir düzenleme yapmaz ise emeklilerin maaş artışları yine beklenenin çok altında kalabilecektir. Kök ücretin hükümetin insafına bırakılmadan bir yasal düzenlemeyle kalıcı bir hak olarak çözüme kavuşturulması gereklidir.

Bütün bunlar olurken ülkemizde sadece çalışanlar ve emekliler yaşamamaktadır. Diğer taraftan sermaye birikimine sahip belirli bir kesim de bulunmaktadır. Faiz artışlarına karşı olan bir hükümetimiz vardı. Ta ki, seçimler olup, eski ekonomik uygulamalar ile devam edilemeyeceğinin ortaya çıkması ve Maliye Bakanı ve Merkez Bankası başkanı değiştirilene kadar. Hem faize karşı olan aynı hükümet, hem faizi artıran aynı hükümet. Nas ‘a bir tarafta dururken kime ne? faiz artamaz denilen inançsal kural, yerli yerinde durmaktadır.

Çalışanlara ödemelerin Gayrisafi Yurtiçi Hâsıla (GSYH) içindeki payı, 2021’de yüzde 26,8 iken bu oran 2022 yılında yüzde 23,6’ya kadar düştü. Bu oran 2019 yılında yüzde 31,3 idi. Buna göre son üç yılda işçiler milli gelirden aldıkları her 4 liranın 1 lirasını kaybetti. Yine ufukta emeklilere bekledikleri bir ücret artışı olmayacak enflasyona yenilecektir. Seçim dolayısıyla yine bir fedakârlık yapılıyormuşçasına ilave bir ücret eklenerek, yaparsa yine Erdoğan yapar algısı verilecek gibi görünmektedir.

Bankacılık Düzenleme ve denetleme kurumunun( BDDK) 2023 Kasım Ayı, Aylık bülteninde bir milyon TL ve üzeri Yurt içi yerleşik mudi sayısı 1.234.611 kişidir. BDDK ‘nın 2022 yılı aynı döneminde bir milyon TL ve üzeri mudi sayısı 729.271 kişidir. Bir yıl içerinde milyoner sayısı 505.340 kişi artmıştır. Bir milyon ve üzeri hesabı olan kişi neredeyse toplam nüfusun yüzde biri.

Toplumdaki adaletsizlikler sadece ücretlerde değil, nereye baksak aynı ve hatta daha fazla olarak karşımıza çıkmaktadır.

Şarkıda söylendiği gibi; yaşayanların umudu, daha iyi, daha güzeli ve insanca yaşama amacını çoktan tüketmek üzere…

Kokladığım çiçekler çoktan ölmüşler
Beklenen kara tren gelmiyor artık
Aldatılmış duygular isyan ediyor
Gözümdeyse bir bakış tam tımarhanelik

Fatih Erkoç Şarkısı (Oynatmaya Az Kaldı)

 

 

ARKAMA DİZİLMEYENİN YAŞAMA HAKKI

 



Ülkemiz zor koşullardan geçmektedir. Bir tarafta kötü yönetimden kaynaklanan ekonomik zorluklar, diğer tarafta gittikçe toplumda oluşturulmaya çalışılan kutuplaşma.

Ne zaman toplum kesimlerinin bütününü ilgilendiren bir sorun ortaya çıksa, toplumun bir kesimi diğerlerinden daha fazla sahiplenerek, onları suçlu gösterme peşinde.

Uluslaşma sürecinde ortaya çıkan milliyetçilik, kendi olma ve sahiplenme konusunda ucu belli olmayan bir noktaya sorunları taşıyabilmektedir. Güç odakları bu duygunun, tutumun, karar verme ve sonuçta bir davranışa dönüşmesi konusunda ortaya çıkan anlayıştan yararlanmak isteme çabası.

Ülkenin birçok sorunu olduğu halde bu sorunlarla ilgilenmemektedir. Ortaya çıkan sorunlar kendisinin sorunu değilmiş gibi davranmaktadır.

İyilikler hep kendilerinden kötülükler ise kendi değerlerine zarar verecek, her zaman başkalarından geldiği inancına sahiptirler.

Kendini toplumun özü ve öznesi sayarken, kendinden başkasını düşman ilan edecek ve onu yok edecek kadar kör ve kurnazcasına davranabilmektedirler.

Yeter ki toplumu bölecek ve düşmanlaştıracak bir sorun ortaya çıksın, hemen karşı görüşleri üreterek ortak bir ülküde birlikte yaşayanları ayrıştırırlar.

Ekonomi mi bozuldu, aman konuşmayalım düşman duyar, deprem mi oldu aman konuşmayalım şimdi sırası değil, milli futbol takımı yenildi mi, hakem taraf tuttu bize düşman, velhasıl bizden başka herkes bize düşman ve öteki. Özne hep kendileri başka hiç kimse iyiyi, güzeli, doğruyu ve insanlığa iyi gelecek bir şeyi yapamazlar ve savunamazlar.

Yaklaşık kırk yıldır ülkede süren bir ayrılıkçı terör dalgası bulunmakta. Nedenleri bir den fazla olmakla birlikte karşılıklı insanlar ölmektedir. Ülkenin varlıkları ve insan kaynakları yok olmakta. Sürekli harekâtlar yapılmakta sonuçta bir yere varılamamaktadır. Ülkenin iç işleri bakanı terörü bitirdik, 100 kişiye düşürdük, onların da ayakkabı numaralarını biliyoruz derken, bakıyoruz yeniden ölümler gerçekleşmektedir.

 Hükümet tarafından, TBMM ‘den sayısı unutulmakta olan sınır ötesi harekât yapılması için tezkereler alınmakta. Amaçları ve süreleri belli olmayan tezkerelerin hangi sonuçları doğurduğu ve amaçlanan hedefler konusunda toplumun yasal partilerine bilgi verilmediği gibi, topluma da aydınlatıcı bilgi verilmemektedir.

Toplum sürekli şehitlerine ağlarken, sonuç alınamayan ve toplumsal kesimleri ayrıştıran bir dil, tutum ve davranış hükümet tarafından yaygınlaştırılabilmektedir.

TBMM ‘ de grupları bulunan partiler her şehit cenazesinden sonra terörü kınama metinleri imzalayarak birlik olduklarını göstermektedirler. Ancak bu terörü kınama bildirileri bir sonuç vermemektedir. Toplum adına siyaset yapanlar hükümetin TBMM ‘den tezkerelerle almış olduğu yetkilerini nasıl kullandıklarını ve hangi sonuçları aldıklarını bir türlü sorgulayamamaktadırlar. İktidar olanların topluma şeffaf bir şekilde hesap vereme sorumluluğunu yerine getirmemesine neden olabilmektedir.

Hükümetin teröre karşı hangi araçları kullandığı ve neyi amaçladığı, bu hedeflerin ne kadarını gerçekleştirebildiği, eksik kalan kısımlar için toplumdan ve siyasi partilerden neleri beklediği belirsiz kalmaktadır.

Topluma karşı söylenen terörün belini kırdık, kanları yerde kalmadı, misliyle ödettik söylemleri politik bir söylemden öteye geçmemektedir. Hatta bu öyle bir noktaya gelmektedir ki toplum kendi sorunlarını unutarak hükümetin politik manevrasına kapılmasına bile neden olmaktadır.

Çok sayıda askerin ölmesi nedeniyle TBMM ‘de siyasi partilerin grup başkanları terörü lanetleyen bir bildiri yayınladılar. CHP ilk defa bu bildiriye imza atmadı. Açıklamalarına göre hükümetin aldığı yetki kararlarının amaçlarının neler olduğu son 20 yıldır nelerin başarıldığı ve başarılamadığı, eksik kalan şeyin ne olduğunun bilinmediği, kayıp ve tutsak askerimizin olup olmadığı, sorusunu sorarak bu durumun açıklığa kavuşturulması hükümetin bu sorunlara cevap vermesini istemesi. Hükümetin bu asker ölümlerinden sonra siyasi partileri ve toplumu tahkim ederek hiçbir sorunun sorulmasını istemeyerek, kendi görüşü dışındaki herkesi terörü desteklemekle suçlayarak propaganda yapmasını gerekçelendirmektedir.

Hükümet ve onun etkilediği kesimler, toplumun ve siyasi partilerin kendileri gibi düşünmediğinde herkesin ortak duygusu olan şehitlik mertebesindeki insanların na’şı karşısında, ana muhalefet partisi genel başkanına “dışarı” diye slogan attırılabilmektedir. Toplumsal yara asıl toplumu ikiye bölerek şehitlerin acısı katlanılmaz hale gelmektedir.

Artık zamanı gelmedi mi? Benim gibi düşünmeyenin düşman, dış güç, terörist olarak damgalanmasından vazgeçilme zamanı. Benim arkama dizilmeyeni linç ederim anlayışının, göz göre göre bölerek, dışlayarak derin bir yaraya yol açtığı.

 

 

 

 

 

 

DÜŞÜNCENİN KANATLARI VARDIR, ONUN UÇUŞUNU HİÇBİR ŞEY DURDURAMAZ

 



Yakup Al-Mansur’un emriyle İslamcı yargıçlar tarafından sert bir şekilde cezalandırıldıktan sonra tüm kitaplarının şehir meydanında yakılışını izleyen Ortadoğu’nun en büyük filozofu Ibn-i Rüşd’ün başlıktaki sözü gelinen eğitim sürecine bir ışık tutacak nitelikte.

Türkiye Büyük Millet Meclisinde, Milli eğitim Bakanının açıklamalarıyla eğitim sistemimizde uzun zamandır uygulanmaya çalışılan ancak son zamanlarda yoğunlaşarak ortaya çıkan cemaat ve tarikat üyelerinin okullarda derslere girmesi, yeni bir durumun olduğu gün yüzüne çıktı.

Milli Eğitim Bakanı sivil toplum örgütlerini kendine göre yeniden tanımladı. Kime sivil toplum örgütü denileceğini kendi zevahirinden tanımlayarak toplumu kutuplaştıracak, beyanların üstüne basa basa söylemesi eğitimin ne halde olduğunu bir kez daha gözler önüne getirdi.

Devlet örgütü dışında, birtakım siyasal, kültürel, ekonomik ve sosyal faaliyetleri yürüten gönüllü kuruluşlara sivil toplum adı verilmektedir. Türkiye de bu koşulları sağlayan sivil toplum örgütleri ve ekonomik olarak organizasyonlarını bağımsız sürdürülebilir olanların sayısı oldukça azdır.

Sivil toplum örgütleri iktidar ile güç paylaşan rollere sahip olmaları nedeniyle toplum sivil toplum örgütlerinin yaptığı çalışmalara biraz daha dikkat kesilmektedirler. Daha yakın zamanda 6 Şubatta yaşadığımız depremlerde de görüldü ki, iktidar dışında ortaya çıkan sivil toplum örgütleri daha hızlı hareket etmekte ve amaçlarını gerçekleştirmek üzere çabukça davranabilmektedir.

Haluk Levent’in başında bulundu AHBAP Derneği amacını;  “Ahbap Derneği, ihtiyaç sahibi kişilere ayni ve nakdi olmak üzere her türlü yardımda bulunmak, toplumda yardımlaşma bilincinin güçlenmesini sağlamak, iyi insan ve iyi toplum inşasına hizmet etmek, yeni işbirliği modelleri ve projelerle çağdaş ve sürdürülebilir yardımlaşma ve dayanışma ağları oluşturmak, yerel kültürün korunarak günümüz teknolojik olanaklarıyla gelişmesine ve geleceğe taşınmasına katkı sağlamak amacı ile kurulmuştur” şeklinde tanımlamaktadır. Kaynakları da tamamen bağış ve yardımlardan oluşmakta ve mali şeffaflık üzerine kurmaktadır. Bağımsız denetim yaptırarak, bağışçılarına ve yardım yapacaklar nezdinde güven inşa etmektedir.

Çağdaş yaşamı destekleme derneği, LÖSEV, TEMA, İHD, TED ve birçok dernek gönüllü olarak kendi olanakları ile kamusal fayda sağlamaktadırlar. Bu dernekler kamusal alandan bir fayda beklemeden bütün olanaklarıyla amaçları doğrultusunda olanakları kullanmaktadırlar.

Ya Cemaat ve Tarikatlar böyle mi?

Ancak üzerine basarak siz kabul etmeseniz de biz bunları sivil toplum örgütleri olarak kabul ediyoruz dediği sivil toplum örgütleri gerçekte sivil toplum örgütleri olmadıkları gibi hiç de böyle bir çabaları bulunmamaktadır.  Cemaat ve Tarikat olarak toplumda bulunan ve sadece kendi üyelerinin bildiği kapalı topluluklardır. Bunların hiç birinin ne insan kaynakları bilinmekte ne de ekonomik kaynakları. Yapmak istedikleri ise insanları kendi istedikleri gibi biçimlendirmek. Toplumun her kesimi kucaklayacak bir çalışmaları da hiç bulunmamaktadır.

Sivil toplum örgütlerinin amacı, açık toplumu temel alan, yardımlaşmayı, çağdaşlaşmayı hedefleyen ve geleceğe taşıyan bir hedefle çalışmaktır. Böyle olmayan derneklerin bir de geleceğimiz olan çocuklarımızın, gelişmesini yönlendirme ve onları şekillendirme çalışmasında bulunması hiç kabul edilebilecek bir durum değildir.

Cemaat ve Tarikatlar aracılığıyla, aktardığı şeyleri açıklamaya değer bulmayan bir eğiticinin, çocuklarımıza öğretme hedefini gerçekleştirmiş olabileceği düşünebilinir mi? Eğitimde, eğitmen bir farklılık yaratmıyor ise sadece kendi dar cemaat anlayışının çocuklara şırınga etmesinin ana damarı haline gelecektir. Çocuklarımızın düşünmesini, soru sormasını, anlayıp yeni kavramlarla, yeni hayaller kurmasını engellemekten başka bir şeye yaramayacaktır. Hele de son Uluslararası öğrenci değerlendirme programı PISA sonuçları ortadayken.

Toplumların gelişme seyirlerini ifade eden toplumsal dönemlerin en son geldiği aşama Toplum 5.0 olarak ifade edilmektedir. Prof. Dr. Levent Şahin tarafından “Toplum 5.0, bugün gelişmiş ekonomilerin vardığı hatta daha doğrusu varmayı düşlediği son durağı göstermektedir. Yani tabiri caizse “süper akıllı bir topluma” işaret etmektedir. Bu toplum yapısında insanların refahı en gelişmiş düzeylere çekilmek istenmektedir. Gelişimin merkezine insan oturtulmaktadır” şeklinde ifade edilmektedir.

Eğitim insanların yeteneklerini geliştirme ve kendini tanımasında en temel araçtır. Toplumların geleceğe taşınmasında yeri başka araçlarla doldurulamaz. Sadece kendi toplumunun çıkarlarına odaklanmış, Cemaat ve Tarikat olarak ifade edilmiş topluluklara bırakılmayacak kadar önemlidir. İnsanlığın hayal üretmesinde ve toplumsal fayda sağlamasında çocuklarımızın uçmasını sağlayacak eğitim, cemaatler aracılığıyla sürdürülmesi insani iyiliğin kanatlarının kırılmasına neden olacaktır.

Siyasi iktidarın kendi çıkarı üzerine toplumu şekillendirmesi kabul edilemez. Hayal gücü olmayan insan verili hayaller deposu olarak, parça parça resimlerin asılı olduğu bir duvara dönüşmüş olmakla, daha fazla insan olabilir mi? Öğrenmek isteyen kimseyi duvara dönüştüren bir eğitim, öğrenmek üzere gelmiş bir kimseyi, bir gelişim süreci içinde değerlendiremez. Kör, sağır, dünyadan kopmuş, gerçeklere yüz çevirmiş bir genç kuşak asla yaratılamaz.

Düşüncenin kanatları vardır, onun uçuşunu hiçbir şey durduramaz…

 

 

 

 

MERKEZ BANKASI BAŞKANI KİRALIK EV BULAMAMIŞ !!!

 



Merkez Bankası Başkanı Hafize Gaye Erkan, Hürriyet gazetesine verdiği röportajda “İstanbul, Manhattan’dan pahalı olur mu? Biz İstanbul’da ev bulamadık. Müthiş pahalı. Annemlere yerleştik, onların yanında kalıyoruz" diye konuşmuş.

Merkez Bankası başkanı, aslında ne demek istiyor. İstanbul’da konut sorunu var. Bunu açıklarken de Türk Parasının, alım gücündeki erimesini ve buna karşın kiraların çok yüksek fiyatlara çıkmasını doğrudan ve açıkça söylemekte.

Konut sorunun birçok nedeni olmakla birlikte esas olarak kentlerde yaşayanların ihtiyacını karşılayacak sayıda konutun üretilmemesidir.  Tek başına bu değil elbette, kentlerde aratan nüfustur. Arz talep dengesinin olmamasıdır. Bu sosyo- ekonomik ve kentleşme sorunun altında tartışılabilecek derin bir konu.

Konut denilince değişik kesimler için neyi ifade etmektedir. Konut yapıp satanlar için iş olarak yapılan ve para kazanılan bir uğraşı. Konutu değişik amaçlar için alıp satanlar için spekülatif kârdır. Konutun yapılması için para sağlayanlar açısından elde edilecek bir faiz geliridir. Devlet için ise konut ballı börekli vergi kaynağıdır. Belediyeler için ise emlak vergisi ve kent rantın dağıtılması yanında, kentlerin yapısal oluşumunda ve kentsel yaşamın sürdürülmesinde temel bir varoluştur.

Konut sorunu sadece yoksulların değil aynı zamanda kentlerde yaşayan herkesin sorundur. Her kesim için sorun olsa da, çalışanlar açısından diğerlerine göre bir farklılık arz etmektedir. O da çalışanların, kentlerde nüfusun çoğunluğunu oluşturmasıdır. Çalışanlar, konut ihtiyacını diğer toplumsal kesimlere göre çok daha fazla hissetmesidir.

Üretilen konutların, konut ihtiyacı olan ve nüfusun çoğunluğunu oluşturan çalışanların barınma ihtiyacını gidermek için üretilmediğidir. Yeni üretilen konutların yer seçimi yapılırken, Sosyo-ekonomik çevrelerin seçiminde daha korunaklı ve yeni yerlerin seçilmesi, boş konutların da ortaya çıkmasına neden olmaktadır. Yüksek maliyetler, finansman yokluğu, spekülatif amaçlı konut üretimi, çalışanlar açısından konuta ulaşamaz hale gelmesine neden olmaktadır.

Gelir ve Yaşam Koşulları Araştırması 2022 yılı sonuçlarına göre, en yüksek fert gelirine sahip %20'lik grubun toplam gelirden aldığı pay bir önceki yıla göre 1,3 puan artarak %48,0'a çıkarken, en düşük gelire sahip %20'lik grubun aldığı pay 0,1 puan azalarak %6,0 oldu. Gelir dağılımı açısından en düşük gelir elde edenler ile en yüksek gelir elde edenler arasında sekiz kat gelir fark ortaya çıkmaktadır.

Dar gelirliler ve çalışanlar, emek vererek ve tasarruf sağlayarak konut edinmesi neredeyse imkânsız hale gelmektedir.  Çalışanların konut sahibi olmasını sağlayan temel girdi, bankadan kredi kullanarak bir ev sahibi olması idi. Uygulanan ekonomik tedbirlerle çalışanlar cezalandırılarak, ucuz finansman sağlayacak banka kredilerine ulaşamaz olmasıdır.

Türk-iş Kasım 2023 açlık ve yoksulluk sınırı,  Ankara’da yaşayan dört kişilik bir ailenin sağlıklı, dengeli ve yeterli beslenebilmesi için yapması gereken aylık gıda harcaması tutarı (açlık sınırı)  14.025 TL’dir.  Gıda harcaması ile giyim, konut (kira, elektrik, su, yakıt), ulaşım, eğitim, sağlık ve benzeri ihtiyaçları için yapılması zorunlu diğer aylık harcamalarının toplam tutarı ise ( yoksulluk sınırı) 45.686,81 TL’ ye çıkmıştır.

Ülkede izlenen ekonomik politikalarla, kırsaldan üretimden koparılan ve kentler göç ederek yığılan nüfusun konut alması imkânsıza yakın hale getirilmiştir.  Yüksek enflasyonun, kullanılan para birimi(TL de ki) alım gücünü de iyice yitirmesi, kiralık olarak barındıkları konutlardaki fiyat artışlarına yetişemez hale gelmiştir. Çalışanların ücret gelirlerini asgari ücrete eşitleyen politikalarda buna tuz, biber olmaktadır. Yabancılara satılan konutlar da arz talep ilişkisini etkileyerek, konut fiyatlarını artırdığı gözlenmektedir.

AKP Hükümetinin, Anaysa da yazdığı gibi sosyal bir hukuk devleti görevini yerine getirememesi ve vatandaşlarına barınma sorunu çözecek sayıda konut üretememesi, konut sorunu can yakıcı hale getirmektedir. Sosyal olaylara neden olmakta, toplumsal gerginlik artmaktadır. Sorun çözücü olmanın çok çok uzağında olan Hükümetin kira artışlarını yüzde yirmi beş ile sınırlaması ise tirajı komik ev sahibi- kiracı sahnelerinin yaşanmasına neden olmaktadır.

Konut açığı ve kiraların yüksekliği can yakıcı hale gelmiş, kiracı ve mal sahibi arasındaki ilişki bir aldatmacaya dönüşmüştür. AKP iktidarının Mayıs 2023 seçimlerine kadar uyguladığı ve yaklaşık 1,5 yıl süren ekonomi politikası emlak piyasasını da alt üst etmiş gözükmektedir. Türkiye Cumhuriyet Merkez Bankası Başkanı Hafize Gaye Erkan çok çarpıcı bir açıklama yapması da konut sorunun ne kadar derinlerde olduğunu göstermesi açısından en yüksek ağızdan dile gelmesini sağlamış, ancak herkes onun kadar şanslı olamamaktadır. Annesi, Babası olmayanlar ya da barınacak yerleri bulunayanlar çaresizlik içinde evsiz kalmaktadırlar.

 

 

 

 

 

 

SİYASETTE BARDAĞIN DOLU TARAFINI GÖSTERMEK

 



Hizmet çeşitliliğinin sürekli arttığı toplumlarda, siyasi partilerin vermiş oldukları vadelerin devamlılığını takip etmek çok zor olmaktadır. Gündelik hayatın akışı içerisinde sürekli değişen ihtiyaçların farklılığı, söylenen sözün ağırlığını da yitirmesine neden olmaktadır. Siyasal söylemlerin çokluğuna paralel olarak, siyasi partilerinde çokluğu, seçmenlerin karar vermesinde zorluklar ortaya çıkarmaktadır.

Siyasi partilerin kendi programlarında yazmış oldukları ülke tahayyülü, seçmenlere ulaşım stratejilerini belirlerken doğru hedeflemeler yapması ve bu hedeflerimeler doğrulusunda uygun dilin kullanılması, vazgeçilmez olarak ortaya çıkmaktadır.

Tüm bu faktörlerin en önemli belirleyicisi ise hiç şüphesiz seçmenlerin kendisidir. Dolayısıyla seçmenlerin ekonomik, kültürel, sosyal, bireysel ve psikolojik durumları siyasi partilerin çalışma kapsamında yer almaktadır.   Şüphesiz ki, seçmenlerin oy verme davranışlarında çok farklı faktörlerin etkin olması yanında, sürekli değişen çevresel koşulların, seçmenlerin günlük ihtiyaçlarının aciliyeti karar vermelerinde önemli şekilde etkilemektedir.

Siyasal patilerin ülke tahayyüllerini topluma anlatırken en önemli unsurlardan bir de hem kendi parti üyelerini, hem de seçmenleri motive edebilme kabiliyetinde yatmaktadır. Motivasyon için, insan çabasının hareket kazanması, yönlendiren bir süreç ve davranış, insan davranışını değiştirme yeteneği olarak birkaç tanımı sıralanabilir.

Siyasi partiler bir bütün olarak bir organizasyon olarak, bu çabaları gösterirken bunların genel başkanları üzerinde cisimleşen liderlik pozisyonları ve yetenekleri de ortaya çıkmaktadır. Liderlik tanımları çok çeşitli şekillerde ve çeşitlerde yapılmaktadır. Burada AK Parti siyasetine ait değerlendirmelerde bulunacak olmamız nedeniyle Recep Tayip Erdoğan üzerinde liderlik konusunu ifade edeceğim.

Tayip Erdoğan üzerine yapılan liderlik çalışmalarında ortaya konan Karizmatik, Hizmetkâr ve Babacan liderlik tiplerine uygun olduğu kanaati daha yatkın olarak ele alınmaktadır. Hizmetkâr lider, güvenip kendilerine liderlik etme erkine layık gören takipçilerine üst düzey bağlılık ve minnet duyar. Lider-takipçi ilişkisi güçten kaynaklanan bir ilişki değil, kalbi bir bağlılıktır. Lider gücünü izleyenlerinde hiçbir fark gözetmeksizin yalnızca hizmet etmek için kullanır. Liderin motivasyonu takipçilerinin refahı ve mutluluğudur. Karizmatik liderin sahip olduğu yüksek etkileme kabiliyeti, risk alma ve kriz yönetimi, özgüven gibi özellikler. Erdoğan’ın söylemlerinin ise yapılan incelemeler ışığında babacan ve hizmetkâr liderliğe ait özellikleri gösterdiği görülmektedir.[1]

Tayip Erdoğan’ının yukarıda sayılan özellikleri ne kadar etkileyici bilinmez ama siyaset yapma tarzına bakınca bir karşılığının olduğu da yadsınamaz. Bunu örnek olacak çok sayıda verinin olduğu da görülmektedir. Pozitif algının siyaset yapma tarzında etkili olduğu, kullandığı dil seçiminden ve kitlelere ulaşmasından aldığı siyasal sonuçlarla kıyaslandığında bir değerinin olduğu gözükmektedir.

M.Bilge Çığın ve O.Kuşat Acar’nın makalesinde ele aldığı söylemlere bakıldığında, kullandığı kelimelerin seçiciliğinden iletişim kurduğu toplumsal kesimlerle nasıl bir bağ kurduğu anlatılmaktadır. Dönemin özeliklerine göre öne çıkma açısından farklılıklar gösterse de en fazla kullandığı kelimeler, Ak Parti/Biz vurgusu, millet, eşit ağırlıkta kullanılan iki kelime “artık” ve “kardeşlerim, bugün( Bir değişim sürecinin başladığı, “bugünün” bir dönüm noktası olduğu vurgulanmıştır) kelimeleridir.

Bütün bunlara rağmen pozitif bir dil kullanmak, toplumsal kesimlerde halk arasında kullanılan bir deyim gibi sürekli” bardağın dolu” tarafını göstermek olarak da bir karşılık bulmaktadır.

Tayip Erdoğan’ının toplumsal tahayyül olarak vaat ettiği birçok şeyi gerçekleştirmemesine rağmen, küçük bir kısmını gerçekleştirdiğinde sürekli vurguladığı “ bunları yaptık, kalanı da yapacağız” inşallah söylemi olmaktadır.

Cumhurbaşkanı Erdoğan, 2018 seçim manifestosunu açıklarken "Ahdim olsun ki faiz, enflasyon ve cari açık düşecek" demişti. Bu söylemi hiç tutmadı ancak bütün konuşmalarında aynı şeyleri söylemeye devam etti. Aynı şeyleri dolar düşecek, seçimlerden önce AKP, istihdam oranını 2023'e kadar yüzde 53'e, kadınların işgücüne katılım oranını da yüzde 41'e çıkarma vaadinde bulunmuştu. Deprem konutların altı ay içerisinde teslim edileceği vb. sayısız vaadi gerçekleşmemişken, konuşmaların hep işsizliği düşürdük, şu kadar konut yapıyoruz, şu kadar teslim ettik. Bu vaatlerinin hiçbiri söyledikleri şekilde gerçekleşmedi.

Tayip Erdoğan sürekli yapmış olduğu söylevlerinde bardağın dolu tarafını göstermektedir. Bu toplumda bir şeylerin yapıldığı algısı ve imajı yaratmaktadır. Bir bütün olarak ortaya koyduğu vaadin ne kadarını yapamadığı üzerinden konuşmamaktadır. Muhalefetin bunları dile getirmesi toplumda olumsuz karşılanmaktadır.

Sonuçta pozitif dil, bardağın dolu yanını göstermek toplumda olumlu algılanıyor ve yaygın olarak kullanılan, yaparsa yine Erdoğan yapar duygusunu oluşturuyor. Bu söylem muhalefeti de tahkim etmektedir, etkisi altına almakta ve kendi gündemine hapis etmektedir. Muhalefetin bu söyleme karşı alternatif bir dil oluşturarak kendilerinin tahayyül ettikleri toplumsal projelerin anlatılması ve toplumda bu duygununun yerleşmesine uygun bir siyasal stratejiye ihtiyacı gözükmektedir.

 

 

 



[1] Müzeyyen Bilge ÇIRAGÖZ, Osman Kürşat ACAR, Recep Tayyip Erdoğan’ın Sahip Olduğu Liderlik Tarzı: Balkon Konuşmalarının İçerik ve Söylem Analizi ile Değerlendirilmesi, Kastamonu Üniversitesi İktisadi ve İdari Bilimler Fakültesi Dergisi, Haziran 2021 Cilt: 23 Sayı:1,

NEDENİ BELLİ OLMAYAN ZENGİNLİĞE ÖFKELENMEK Mİ?

 



FENOMEN diye tabir edilen olaylar basın yayın organlarında uzunca bir zamandır konuşulmakta. Gazetelerde ve televizyonlarda konuşuldukça da toplumun gündemini sürekli meşgul etmekte. Hal böyle olunca bizde konuşalım istedim.

Fenomen denilen şey; yaşanılan olgu ve olaylar anlamına gelmektedir. Toplumda öyle olgu ve olaylar yaşanmakta ki zoraki, gözümüzün içerisine sokulmakta, bundan hiçbir kimse kaçamamaktadır.

Basında adı geçen kişilerin toplumsal statülerinin önemi de büyük, yaşanılanların konuşulmasında. Türk filmlerinden çokça bildiğimiz bir replik vardır ya, fakir oğlan, zengin kız aşkı. Bu aşka tatulanlar bir türlü kavuşamazlar. Bu duygu yüklü bir ilişki olsa da, aslında sınıfsal bir farklılığın karşılıklı gerginliğinden, hınç ve öfkesinden başka bir şey değildir.

Konuşulan kişilerin sosyal medya aracılığıyla, kendilerini kamulaştırmadan önceki yaşamlarının basına yansıdığı kadarıyla kendi halinde, yoksul, alt sınıflara ait toplumsal kesimden oldukları yazılıp çizilmektedir.

Ancak işin diğer bir yanı ise, bunların uzun zamandır sosyal medyada kendilerinin ultra sayılacak şekildeki zenginliklerini gösterişli bir şekilde yansıttıkları da, gizli bir şey olmadığıdır.

Böyle olunca ekonomik boyutu, olduğu gibi sosyal boyutu da oluşmaktadır.  Ülkemizde iletişim araçlarıyla zenginliğini gösterişli bir şekilde kamuoyunun gözüne sokulduğunda, toplumsal bir homurdanma ortaya çıkıyor ve devlette “nerden buldun” yasası olmadığı için pek de bir şey yapamıyor. Ticari bir iş yapıyorsa bu kişiler mali işlemleri incelenerek usulüne göre iş yapıp yapmadıkları, eğer yapmadıysalar ancak vergi cezaları ile cezalandırılmaktadırlar.

Yine basına yansıyan olaylara göre, kara para aklama kanuna göre ülkemiz, uluslararası GRİ listede bulunmaktadır. Ülkeye yeni yabancı sermayenin gelmesi için gri listeden çıkması yönünde maliye bakanının açıklamaları bulunmaktadır. Yasal yanları bunlar olmakla birlikte bir de sosyal yanı bulunaktadır.

Mustafa Kemal Coşkun’unun Dipnot yayınlarından yeni çıkan, “sınıfın duyguları” adlı bir kitabı yayınlandı.  Çalışanların kültürü ve duygularının, bulundukları toplumsal konumları açısından nasıl ifade edildiğini geniş bir şekilde ele almaktadır. Kitapta, Elektrik firmasında çalışan bir işçi “zengin olmanın bireysel yetenekle” ilgili olduğuna inanmıyor ve “zengin çaldığı için zengin, yoksul çalmadığı için yoksul. Ben çalışarak çırpınarak birkaç kişi görmüşümdür. Gerisi hep birlerinin elini eteğini öptüğü için. Böyle zengin olacaksam ben olmayayım yani. Zengin olmayı da istemiyorum zaten. Adil bir yaşam istiyorum sadece”[1] zenginliğe ait görüşünü ifade ederken geniş yığınların duygusuna tercüman olmaktadır.

Toplumsal sınıfların, üretimden kaynaklanan ve bulundukları konumları itibariyle çeşitli duygular taşıdıkları, yine kendine özgü kültürel ve ahlaksal değerlere sahip oldukları bu kitapta irdelenmektedir.

Adaletsizlik ve haksızlık duygusunu yaratan korku, utanç, yabancılaşma, aşağılanma ve bir bütün olarak bunlara bağlı saygı ve onur arayışının yaratacağı duygu olduğunu göstermektedir. Toplumda utancın ifadesi zordur, bu utanç öfkeye neden olmaktadır.

Modern toplumlarda kısır bir döngü olarak kendini yenileyen utanç, öfke ilişkisi gittikçe artmaktadır. Ancak bu gösterilemediği içinde, daha fazla gizlenmeye ihtiyaç duyulmaktadır. Geleneksel toplumlarda zenginlik bütün boyutlarıyla gösterilirken, modern toplumlarda bir şeye sahip olma ya da olmama göreceli olarak daha gizli olmaya başlar. Zenginlik, o nedenle doğrudan değil de basın yayın araçlarıyla gösterilir olmaktadır. Mekânsal olarak yoksul kesimlerden ayrılan zenginliğe sahip kesimler, sahip olduklarını başka araçlarla sergilerler. Geniş toplumsal kesimler ise bu zenginlikleri sadece seyrederler.

Toplumda uzun zamandır yaşanan yaygın yoksulluk nedeniyle, haksızlıklara ve eşitsizliklere karşı, çaresizlik içerisinde yaygın bir öfke birikimi oluşmaktadır. Futbolcuların, milyon dolarlarını daha çok gelir elde etmek için nasıl kullandıkları, yine kamuoyuna yansıdı. Hükümetin politikalarını desteklemek için dolarları bozduruyoruz kampanyalarına katılıp, diğer taraftan milyon dolarlarını daha fazla faiz getirsin diye kaptırmaları “evdeki bulgurdan olmaları” nasıl bir toplumsal bozulmanın içerisinde olduğumuzu göstermektedir.

Toplumsal eşitsizlik ve hukuksuzluk hızla yayılmaktadır. Açlık ve yoksulluk sınırının, fiyat artışları ve Türk parasının değer kaybetmesiyle sürekli artması, toplumda yeni duyguların ortaya çıkmasına neden olmaktadır.  Toplumun yoksul kesimleri, her ne kadar sadece televizyonlardan seyrederek derin bir nefes alarak iç geçiriyor olsalar da, içerinde büyük bir fırtına birikmektedir.

Bu ortaya dökülen orantısız zenginliklerin, kendi halinde emeğiyle geçinmeye çalışan geniş yığınların başarısızlıkları utanca dönüşmektedir. Toplumun geniş kesimlerinde emeğiyle çalışanların bütün çabasına karşılık adil ve eşit bir geçim sağlayamamaları biriktirilmiş bir öfkeye dönüşmesi muhtemeldir. Toplumsal bir duygu olarak ilişkileri bozucu bir duygu olmaktan çıkarak, seçimlere yansıması toplumsal bozulmanın önüne geçmesi, aynı zamanda adalet arayışını da güçlendirebilir.

 

 

 

Anahtar Kelimeler: Eşitlik, hukuk, zenginlik, duygular, öfke, toplumsal bozulma



[1] Çoşkun, M.Kemal, Sınıfın Duyguları, Dipnot yayınları, Ankara, 1.baskı 2023, s,153.

SİYASETTE DUYGULARA TESLİM OLMAK

 



Oy verenler, siyasilerin rasyonel kişiler olduklarını düşünürler. Daha fazla bilgiye sahip olmakla birlikte, yönetimsel olarak da bu bilginin karşılığı olan iyi yönetimin ve hizmetin olmasını beklerler.

Oysa siyaset sayesinde birleri, diğer insanların erişemediği şeylere eriştiğinden insani duyguların, siyasi hesapların, önemli bir parçası oluduğu şaşırtıcı bir şey değildir. Siyaset psikolojisinin bir alanı da siyasette duygular ve bu duyguların siyasete etkileridir.

Duygular bazen korkularımızın arkasındaki güç, bazen de çekici olan yaşantılarımızın kaçınılmaz halleri olarak ortaya çıkarlar. Sürekli sakin ve mantıklı kalabilen insanlar, toplumda “duygusuz” olarak da tanımlanmıştır. Ancak duygular yaşantımızın önemli bir parçasıdır.

Siyasette akıl ile duygular zıt karakterdedir.  Sırf duygular ile hareket edilirse, mantık dışarıda kalır. Aklın çözemediği bir durumda insan hislerine teslim olur. Duygular ile aklın bir birinin tamamlayıcısı olduğunu kabul etmek, aralarındaki zıtlığı bir ölçüde de olsa giderici olmaktadır.

Bireylerin siyasal sistemle ilgili eylemlerini oluşturan “siyasal davranış”, siyasal davranışın özel bir formu olan “katılım” ve son olarak inanç, duygu ve değerlendirmelerimiz üzerindeki irademizi yansıtan “tutumları”  oluşturmaktadır.

Toplumda bireyler ekonomik-sosyal konular üzerinden bir birilerini etkilemeye çalışırlar. Bireylerin, birbirlerini değiştirme ve etkileme çabaları siyaseti ortaya çıkarmaktadır. Siyasal davranış olarak insanlar bir partiye üye olmak, oy kullanmak veya oy kullanmamak, boş oy vermek de bir siyasal davranıştır. Bu davranışlar bir yerde tutumlarımızı oluşturmaktadır. Siyasi partiler de normal koşullarda, bir araya gelmeye ya da gelmemeye ve güç birliği yapmaya karar verebilirler.

Uzunca bir zamandır siyasi hayatımızda koalisyonların ne kadar kötü olduğu, topluma dayatılmaktaydı. İktidar sahiplerince, Anaysa değişikliği yapılarak bu koalisyonlardan kurtulacağı söylene geldi.  Anayasa değiştirilip yeni sisteme geçilince, tek başına yüzde eli biri sağlamakta zorlanan partiler, kötü olarak topluma sundukları koalisyonların en büyüklerini oluşturdular.  Anayasa değiştirilmeden önce genel seçimler yapılarak mecliste sürdürülen koalisyonlar, bu kez toplumun önüne sandık konularak doğrudan ayrıştırmaya yönelik neredeyse iki kutuplu bir toplumun oluşmasına neden oluverdiler.

Ülkede açıklanan verilere bakıldığında, toplumun çok geniş bir kesiminin yoksullaştığı, alım gücünün düştüğü, üretimin gerilediği, tüketim toplumuna dönüştürüldüğü artık her kesim tarafından kabul edilmektedir. İşsizlik artmış, üretim düşmüş, toplumun geniş kesiminin büyümeden aldığı pay azalmıştır.

Ancak toplum sadece adaletsiz gelir dağılımına,  göre ayrışmamıştır. Böyle olsa idi, toplumun hak talepli istemlerinin elde edilmesi için topluca tepkiler vermesi gerekirdi. Toplum daha çok kültürel, davranış, karar ve tutumlarını ifade eden duyguları üzerinden kutuplaşmaya tabi tutulmuştur.

Onun için yaşadığımız zaman diliminde siyaset birazda duygularımızın eseri olmaktadır. Millet ittifakının kurmuş olduğu ittifak, seçimlerden sonra başarı sağlayamamış ve başarısızlık kendi aralarında duygu parçalanmasına, gerçeklerden kopmalarına neden olmuştur. Bir araya gelirken ortada olan olgular, olaylar aynı iken, seçimden sonra değişmiş gibi davranarak tutumlarını değiştirmişlerdir. Bu daha çok altılı masanın iki büyük partisi arasında başarısızlık nedeniyle, siyasal duygu dağılmasına teslim olunmuştur.

CHP ‘nin, kurultay yaparak kendi yönetim kadrolarını yenilemesi, kendi seçmenleri üzerinde siyasi duyguların bir ölçüde yönetilebilir olduğu bir durumu ortaya çıkarmıştır. İYİ Parti ise gel gitler ile adeta denizin yaşadığı geri çekilip, kabarması olayına dönüşmüş, duyguları, kararları ve tutumları karamsarlığa dönüşmüş, içine dönük bir davranışa neden olmuştur.

İktidarın ortaya koyduğu tutum da,  muhalefet üzerinde adeta kara bulut gibi dolaşır olmuştur. Muhalefet cephesinde daha zayıf olan İYİ Parti üzerinde, mantıklı karar almasını engelleyici, duygularına yönelten ve yalnızlık tutumunu bir davranış haline getirmesine neden olmaktadır.

CHP genel başkanın, iyi niyetli olarak ülkenin bütün koşuları aynı iken işbirliğinin sürdürülmesi konusunda vermiş olduğu çaba değerlendirilememiş, ayrı tek başına, birazda ergenliğini kanıtlamak durumunda bulunan, bir genç gibi davranmasına neden olmuştur. İYİ Parti, CHP ile yerel seçimlerde işbirliği yapmaması kararıyla Cumhur ittifakının ekmeğine yağ sürmüştür.

İYİ Partinin, davranış, karar, tutum ve yaşam biçiminden kaynaklanan seçmenlerin aynı kültürel değerlerle hareket ettiği bütün kamuoyunda söylenirken ve araştırma bulguları bunları işaret ederken, güç birliği yapmadan iktidarın geriletilemeyeceğini yok sayması siyaset psikolojisi acısından mantıktan tamamen uzaklaşmak, duygularına teslim olmak demektir.

Siyaset bireylerin ekonomik ve sosyal olaylarda bir birini etkileme ve değiştirme durumu ise muhalefet partisi olan CHP ‘nin, millet ile toplumun temel sorunlarında, hemhal olması, bunların çözümünde milletle ittifak olması kaçınılmazdır. Doğrudan toplumun sorunu olan konulara, yerelden başlayarak duyguların, davranışların, karar almaların ve bireysel tutumların değiştirilmesi konusunda daha fazla çalışması kaçınılmazdır. Muhalefet, yeniden çekim merkezi olacak, toplumun büyük bir kesiminin yüzünü döndüğü, uyguladığı toplumsal politikalarla, siyaset duygusunu topluma geçirmenin yolunu bulmalıdır. Güçlerini yeniden toparlayarak, kontrol edilip, temsil yeteneği olan kişilerin yetenekleri üzerinde örgütlü gücü inşa etmelidir.