19 Temmuz 2020 Pazar

CUMHURİYET HALK PARTİSİ’NİN 37.KURULTAYINA GİDERKEN


CHP’nin 37. kurultayı olağanüstü bir dönemden geçerken gerçekleştiriliyor. Dünyada ve ülkemizde yaşanan virüs salgını nedeniyle bir takım kısıtlamaların olacağı ve azami insan sağlığını korumak üzere önlemlerin alınacağı bir kurultay olacağı parti çevrelerinde konuşuluyor.

Bu kısıtlayıcı önlemleri hoşgörüyle karşılamak belki mümkün, ancak ülkenin içerisinden geçtiği zorluklara bakılınca CHP’nin başka yollarda bulması gerekli gözükmektedir. Kurultayın hedef sloganına bakıldığında “iktidara yürüyüş” olarak belirlenmiştir. Bu slogan bir hedef göstermektedir. Yani sadece durum tespiti yapmaktan daha çok toplumun ihtiyaçları üzerinden geleceğe yönelik bir belirleme yapmayı amaçlamaktadır.

CHP yaklaşık bir yıldır mahalle delege seçimlerinden başlayarak İlçe, İl örgütlerini seçerek 37’si yapılacak olan, olağan bir kurultaya giderken en üst seviyede partiyi yönetecek kadroları seçecek ve partiyi belirledikleri sloganın ruhuna uygun ülkede iktidara taşımaya çalışacaktır.

Kurultaya gelmeden önceki süreçler, partide her zaman olduğu gibi sıkıntılı geçti. Mahalle seçimlerinde parti tüzüğüne ve demokratik teamüllere uyulmaması birçok yerde partililerin temsil edilmesini sağlayacak açık, şeffaf uygulamalar yapılmadan üst kurullar belirlenerek oluşturuldu. Yerel sorunlar çoğu yerde ya hiç konuşulmadı ya da iyi tespit edilmiş sorun ve çözüm önerileri tartışılmadı. Partinin göndermiş olduğu genelgede sorunların ele alınıp çözüm önerilerin belirlenmesi direktifi hemen hemen hiç gündemde olamadı.

İlgili seçim biriminde Belediye Başkanı partili ise o yerlerde neredeyse bütün aşamalarda belediye başkanları etkili olmak üzere her türlü çabanın içerisinde olmaktadırlar. Partili belediye başkanı yerine, belediye başkanının örgütü niteliğine dönüşen süreçler yaşanır olmaktadır.

Belediye başkanlarının müdahalesi sonucunda, ilçe ve il örgütlerinde daha aktif partililerden oluşan örgütler yerine daha vasat örgütler ortaya çıkmaktadır.

İktidar partisi, söylemleriyle ve ortaya koyduğu değiştirici eylemleriyle, toplumun her alanını tahkim ettiği gibi muhalefet partilerini de tahkim etmektedirler. Konuşamaz bir toplum ve muhalefet yaratmaktadır. Toplumsal gelişme için ortaya konulan her söylem daha en başında bastırılmaya, vatan ve toprak, bayrak, din ve ezan, gelenek ve değerlerle boğularak milliyetçi bir yol tutturmaktadırlar.

 Rejim değişikliği çabaları, toplumun ekonomik, siyasal ve sosyal dengesini bozarak doğrudan yeni bir toplumsal alan inşa etmeye çalışmaktadırlar. İşsizlik ve yoksulluk toplumun en önemli sorunu haline gelmiş iken, iktidar devletin bütün alanlarını dönüştürürken toplumu da dönüştürmeye çalışmaktadırlar. Esas iktidar ile toplum arasındaki çatışma kültürel değerler üzerinden yaşanmaktadır. Kendi toplumsal yaşam tarzını dayatması, geniş halk kitleleri tarafından kabul edilmemektedir.

Bu kadar zor bir süreçten geçerken CHP ‘nin ortaya koyduğu ”iktidara yürüyüş” hedefi olması gereken bir amaçtır. Bu hedefin gerçekleşmesi için toplumsal dinamiklerin asgari ölçüde ortak sorunlarının çözüm yeri olacak bir çalışmanın ortaya konulması gerekmektedir.
Kurultaylar siyasal partilerin, süreçlerden süzülerek gelen toplumsal ve siyasal sorunların bir huzmeden geçirilerek en kıymetli taraflarının ortaya çıkarıldığı zamanlardır. Bu başta toplumun en yerel sorunlarından başlayarak en geniş sorunlarına yönelik çözüm önerileri ile bunları çözebilecek bilgi ve beceriye sahip liyakatli kadroların ortaya çıkarılmasını sağlamaya yönelik olmalıdır.

Sorunlar yerelde başlamaktadır. Çözümleri de yerel olmalıdır. Genel olarak ortaya çıkan sorunlar ise stratejik bir bakış açısıyla ele alınmalıdır. Yerel örgütler kitlelerle sıkı bağlar kurmalıdır. Sadece cenaze ve hastalıkta değil aynı zamanda halkın gündelik yaşamında karşılaştığı zorluklarda da yanında olmalıdır. Toplumsal çözümlerin kendi program ve kadroları aracılığıyla olabileceğinin gösterilmesi sağlanmalıdır.

Partinin İlçe ve İl örgütleri yeterli esnekliği gösterip halkın yereldeki temel sorunlarını doğru temelde ele alıp onlarla birlikte çözüm üretemez ise sadece partinin genel merkezinden haftada bir grup toplantıları veya parti sözcüsü aracılığıyla verilen mesajların yeterli olmayacağı açıktır.

Kurultaylar, en iyi kadroların seçildiği, halkın temel sorunlarının ortaya konulduğu ve kongreye katılan en geniş üst kurul organı üyelerine iyi anlatıldığı bir süreç olmalıdır. Kendi illerine dönen delegasyonun öncelikle kendilerinin “iktidara yürüyüş “sloganına inanması gerekir ki halka ve kendi örgütlerinin çalışmalarına da bir ivme katabilsinler.

Bütün sorunların çözümü tespitle başlar ve tedavi edecek program ve liyakatli kadrolarla çözülür. Parti kadrolarının delegasyona kendilerini iyi tanıtabileceği süreçlerin eksik olması, iktidarı elinde bulunduranların benden olsun anlayışı ile dar pratikçi yaklaşımı kırılamaz ise liyakatli kadrolar ortaya çıkmayacaktır. Parti yönetimi, halkın sorunlarıyla hemhal olmuş kadrolara sahip olamayacaktır.

 Demokrasinin eksik yaşanacağı, birçok yetersizlikler içerisinde gerçekleşecek kurultayın, hedefleri doğru tespit etmeden iktidara yürümesi zor gözükmektedir.


18 Temmuz 2020 Cumartesi

ESNEK ÇALIŞMA KIDEM TAZMİNATININ ÖLÜM FERMANI


Değişen ve gelişen dünyada beklentiler ve isteklere koşut olarak, çalışma hayatında meydana gelen yenilikler ortaya çıkmaktadır. Teknolojideki ve bilgideki gelişmeler hayatımızda daha fazla hissedilir oldu. Son zamanlarda neredeyse çalışma hayatının bütün noktalarına nüfus ederek, egemen bir unsur olarak karşımıza çıkmaya başladı.
Değişen koşulların seyrine bağlı olarak iş gücü yapılanması da bu duruma uyum sürecine girmiştir. Yenilenen koşullara ayak uydurmak ve kendi kendini sürekli yenilenmeyi becermek için değişmek olarak tanımlanabilen rekabet, günümüzde kaçınılmaz bir unsurdur.
Tüm bu gelişmeler ile birlikte çalışma hayatında esneklik kavramı önem kazanmıştır. Esnek çalışma kapsamında, esneklik ve esnek çalışma tanımlamaları incelenecek olursa, farklı nitelemelerin yapıldığı görülmektedir. Rekabet koşulları altında işletmelerin rekabet edebilmeleri için, büyüklük yerine yalınlık, katılık ve kuralcılık yerine akışkanlık ve açıklık standardizasyon yerine çeşitlilik ve karmaşıklık, durağanlık yerine değişkenliği gerçekleştirmeleri gerekmektedir. Bunun için işletmeler bütün yapılarında yenilemelere gitmekte aynı zamanda çalışanlarıyla ilgili yeni stratejik kararlar almaktadırlar. Bu değişim ortamı “esneklik” olarak ifade edilmektedir.
Günümüzde  esnek  çalışmanın  ortaya  çıkmasında  rol  alan  etmenler,  üretim için teknolojik  değişim   ve iş gücü talebi azalması,  küreselleşme  ve  uluslararası  rekabet, işsizlik hizmet sektöründeki gelişmeler, artan rekabet, iş gücünün niteliği, ücret sistemleri ve kesimler arası diyalog ve uzlaşma olarak ifade edilebilir.
Bütün bunların yanında işsizliğin artıyor olması, esnek çalışmanın hayata geçirilmesinde temel bir veri olarak her kesimin önüne gelmiş olmasıdır. İş yapma biçiminin değişerek atipik çalışma biçiminin ve programlarının kabul edilmesi geleneksel çalışma biçimlerinden uzaklaşmayı getirmektedir.
Bu  tip  çalışma  biçimi,  standart  çalışma  sisteminden farklı olarak, işçilerin, haftanın hangi günlerinde çalışacaklarını, işe  başlama  ve  işi  bırakma  zamanlarını  seçtikleri  alternatif  bir çalışma  sistemidir.
Esnek çalışma işverenin çalışma koşullarında yapacağı düzenlemeler ile elini kolaylaştırmakta, iş gücünün maliyetini düşürebilmektedir. Türkiye İşveren Sendikaları Konfederasyonu’nun (TİSK) 24. Dönem milletvekillerine gönderdiği çalışma hayatına ilişkin yazısında “İş Kanunu’ndaki esneklik olanakları genişletilmeli, esnek çalışma modelleri işletmelere vergi ve prim desteği vermek yoluyla teşvik edilmeli ve uygulama sorunları çözülmeli; özel istihdam büroları aracılığıyla geçici iş ilişkisine imkân tanınmalı; kıdem tazminatı sorununa sosyal diyalogla çözüm bulunmalıdır” ve “Çalışma mevzuatımızda güvenceli esneklik olanakları artırılmalıdır. İşletmelerin esneklik ihtiyacı ile çalışanların güvence ihtiyacı arasında bir uzlaşmayı ifade eden “güvenceli esneklik” kavramı AB İstihdam Stratejisi’nin de temel dayanaklarından biridir” ifadesiyle yine aynı yazıda “Belirli süreli iş sözleşmelerinin yapılmasına ilişkin sınırlamalar kaldırılmalı, denkleştirme süresi uzatılmalı, telafi çalışması uygulanabilir hale getirilmelidir. Evden çalışma ve uzaktan çalışma yasalaştırılmalıdır” şeklinde iş kanununda yapılmasını bekledikleri değişiklikleri milletvekillerine iletmişlerdir.
 Esnek çalışmada, işgücü standart çalışmadan uzaklaşmaktadır, iş kanunda belirtilen ve kazanılması şarta bağlanmış kıdem tazminatından, işçiler açısından faydalanmayı zorlaştırmaktadır. Kıdem tazminatı için gerekli koşulları sağlayabilmek daha zor olacaktır. Bunları tekrar hatırlarsak “Sağlık nedenleri”, “zorlayıcı sebepler”, “ahlak ve iyi niyet kurallarına uymayan haller”, “muvazzaf askerlik”,” yaşlılık, malullük aylığına hak kazanma”, “kadın işçinin evlenmesi”, “işçinin ölümü” ve “en temel koşul ise hizmet akit süresinin en az bir yıl olması koşulu”, esnek çalışmada bu koşulların birlikte sağlanması neredeyse imkânsıza yakın. Ülkemiz koşullarında, esnek çalışmada kıdem tazminatını sağlayacak şartların oluşması zorlaşacaktır.  Esnek çalışma aynı zamanda sendikal örgütlenmeyi de engelleyici bir unsur olarak ülkemizde çalışma hayatının bir gerçeği olacaktır.
Esnek çalışma Türkiye'nin gündeminde son yıllarda sıklıkla yer almaktadır.  Tamamlayıcı emeklilik sistemi ile birlikte Meclis'e sunulacak kanunla daha da uzun süre konuşulacağı tahmin ediliyor. 
Cumhurbaşkanı’nın açıkladığı ve üzerinde durarak vurguladığı, Kanunla 25 yaşın altındakilerin ve 50 yaşın üstündekilerin belirli süreli sözleşmeli çalıştırılmasının önü açılmak istenmektedir. Tamamlayıcı emeklilik sisteminden sızan bilgilere göre 25 yaşından küçükler ayda 10 günden az çalışırsa (ayın yarısı) sigorta yatırma zorunluluğu olmayacak. Belirli süreli iş sözleşmelerinde, sözleşme sürenin bitiminde iş akdi kendiliğinden sona ermektedir. Hiçbir şekilde kıdem tazminatına hak kazanamayacaklardır.
Esnek çalışma- belirli süreli çalışma, kıdem tazminatının düşmanı haline gelecektir ve hiçbir şekilde kıdem tazminatı alamamanın yolunun açılıyor olmasıdır.Esnek çalışma, kıdem tazminatının yavaş yavaş ölümü demektir.

6 Temmuz 2020 Pazartesi

BİR GÜNDE YEDİ MİLYAR DOLAR KAYBETMEK/KAZANMAK


Bir insana, sıradan günlük hayatın yaşanışı içerisinde böyle bir parayı kaybettiğini söyleseniz her halde size kötü kötü bakacaktır. Böyle bir para zaten normal bir insanının bir günde kazanıp kaybedebileceği bir para değildir.
Kapitalizmde herkes zengin olabilir, bunu savunanlar hatta birkaç örnek gösterilerek bak bunlar sistemin fırsatlarından yararlandılar ve zengin oldular diyebilirler. Sistem zengin olmak için kurulmuştur diyerek, günlük hayatın akışı içerisinde geçimini sağlamak için kaybolup giden insanlara umut dağıtarak, çok güzel bir hikaye olarak anlatılır.
Kapitalist ekonomide emeğiyle çalışanlar için zengin olmak kolay değildir halbuki. Kısa yoldan zengin olmanın yolu ya şans oyunları oynamak ya da sistemin yasakladığı ve yüksek risk yüksek kar getirici işleri yapmaktan geçmektedir.
Bu ara sık sık gazetelerde bir günde şu kadar para kazandı, bir günde şu kadar para kaybetti haberleri sürekli yayınlanmaktadır. Sözcü gazetesinin 27.06.2019 tarihli internet portalında bir ekonomi haberi vardı. Facebook'un CEO'su Mark Zuckerberg bir günde 7 milyar dolar kaybetti.
Okuyunca kendi kendime düşündüm bu ne büyük bir zenginlik. İnsanlar bu COVİD 19 sürecinde açlıktan ölürken, Mark Zuckerberg kaybettiği paraya ne kadar yoksulun yarasına derman olabilir. Dedim ki bu parayı bulan yaşadı. Sonra düşündüm bu para bir araya toplanmış, balya balya taşmıyordur herhalde, çünkü bunu koyacak ne bir ev var, ne bir kasa ne de bunu taşıyabilecek bir tır.
Evet, biraz kara mizaha yapayım istedim. Çünkü kaybedilen para fiziki bir para değil. Üretim yapılarak kazanılmış ve bir doğal nedenden dolayı yok olmuş bir para değil.
Kapitalist sistemde bir gerçek üretim var, buna reel ekonomi deniliyor, birde finansal piyasa dedikleri ve bir sanal ortam var. Prof.Dr. Osman Altuğ bunu şöyle ifade ediyor “ Ben buna üçkâğıt ekonomisi diyorum. Bu üçkâğıt ekonomisi üç şeyden oluşuyor: borsa, faiz ve dolar. Peki, bu kazancın gerçek üretimi nerede”  ve soruyor ne üretiliyor burada.
Kapitalist piyasalarda, gerçek üretim ile finansal piyasalar arasında büyük bir fark ortaya çıkıyor. Para tutarı piyasada ne kadar yüksek ise o kadar mal ve hizmetler pahalanıyor, enflasyon oluşuyor.
2008 krizini unuttuk, bugünkü yaşanılanlar arasında. Nasıl başlamıştı sahi. 2008 küresel krizine neden olan finansal enstrümanların ortaya çıkışı.  Yaratıcı bir dahi 1970'lerde Solomon Brothers'ta çalışan Lewis Ranieri adlı tahvil işlemleri yapan bankacının, binlerce mortgage (konut kredisi) tahvilini birleştirerek "Mortgage-Backed Securities" (MBS) (Konut Kredisine Dayalı Menkul Kıymetler) adlı yeni bir yatırım aracı oluşturmasına dayanıyor.
Biraz bu cümleyi anlaşılır hale getirip Türkçeleştirelim. Vatandaş A şahsı gidiyor bir ev alıyor ve Z bankasına borçlanıyor. Vatandaş B,C…’lerde aynı şekilde ev alıyorlar. Diyelim ki bu ev sayısı 10 olsun ve parasal karşılığı da bir milyon olsun. Bankaya teminat vererek borçlanan vatandaşlardan alacağı olan Z bankası, bu alacakları birleştirerek piyasaya ( Sermaye Piyasasına ) yeni bir tahvil veya hisse sendi olarak çıkarıyor ve bunları satıyor. Piyasaya çıkan bu tahvil ve hisse sendi kartopu gibi büyüyerek alıcı ve satıcılar arasında alış-verişe konu oluyor. Borç bir iken piyasada birkaç katı işlem yapılıyor ve asıl borçlular ( ev alanlar) sıkıntıya düşüp borçlarını ödeyememeye başlayınca balon patlıyor ve kriz ortaya çıkıyor.
Facebook'un CEO'su Mark Zuckerberg bir günde 7 milyar dolar kaybetmesi hikâyesi de tabi ki sanal dünyada, yani borsada. Büyük çok uluslu şirketler sosyal medya portallarına ABD’de ırkçılık yapılması ve bu paylaşımlara izin verilmesi nedeniyle reklam vermeyeceklerini açıklamaları,  Facebook'un ve vb. şirketlerin gelecek karını düşüreceği beklentisi hisse senetlerinin piyasa fiyatlarını ve değerini düşürmektedir.
Kaybedince böyle kaybedeceksin, zenginliğin belli olsun ki, birileri daha çok biriktirirken dünyada daha bir parça ekmek ve suya ulaşamamaktan açlık, yoksulluk ve sağlıksız nedenlerden dolayı ölsün.
Piyasalar var olsun gerisi boş diyorlar…





3 Temmuz 2020 Cuma

EY VATANDAŞ, DÖN DOLAŞ BORÇLANMAYA GEL




Beş bin yıl önce insanlar basit ihtiyaçlarını karşılamak üzere fazla olan mallarını birbiriyle değiş tokuş yaparlardı. Birinde olan şey diğeri için ihtiyaç ise ona kendinde olanı verir, karşılığın da ise kendi ihtiyacını sağlayacak başka bir mal alırlardı.O zamanlar henüz para icat edilmemişti.
İhtiyaçların çeşitlenmesi mal mübadelesi yerine, bu alış verişi kolaylaştıracak başka bir değişim aracına ihtiyaç duyulmuştur. Lidyalıların icat ettiği bu değişim aracı paradır.

Parayı elde etmek için belirli bir çabaya, emeğe ihtiyaç vardır. Bu işçi için emektir. Sermaye için kardır. Mevduat sahibi için faizdir.

Mübadelede kullanılan bu değişim aracının da bir maliyeti vardır. Para da bir mal sonuçta, değiş tokuş aracı. Karşılıklı paraya ihtiyaç duyanlar,günümüzde finans kurumları aracılığıyla bu değişimi yaparlar.

Paranın elde edilmesi için iş gücü emeğini satar. Sermaye bir yatırım yapıyor ise bu yatırım sonucunda bir kar beklentisi vardır. Sermayenin kar getirisi için bir organizasyon yaratır. Bunun için makine, ham madde, iş gücü, sermaye, ulaşım vb. gibi araçlara ihtiyaç duyar.
Yatırım yapabilmek için gerekli olan sermaye yok ise,  başkalarının biriktirdiği tasarrufların var olması gerekir. Eğer bir toplumda işletmelerin ve bireylerin tasarruf oranları yeterli değil ise yatırım borçlanarak yapılabilir.
Bireylerin yaptığı tasarruf, finansman kurumları aracığıyla toplanarak, toplumda bir güven müessesi olan,Bankalara mevduat olarak yatırılır.
Bankalar toplumda güven duyulan kurumlardır. Bireylerin ve işletmelerin tasarruflarını toplarlar, ihtiyacı olanlara uygun koşullarla borç verirler. Borç alanlar ise bu aldıkları paralar için belirli bir faiz öderler.
Borçlanmanın maliyeti, parayı kullananlar tarafından karşılanabilir olması gerekir. Aksi takdirde alınan borçlar ödenemez hale geldiğinde güven aracı olan bankalar prestijlerini kaybederler, bankaya parasını yatıran tasarruf sahipleri paralarını geri isterler ve bankada o kadar para olmadığı zaman iflas edebilirler.
Bu da gösteriyor ki bir güven kurumunun kaynakları sınırlı, yeterince para olmadığı için yerine değerli kağıtlar düzenlerler. Çek, senet, banka mektubu, türev piyasada yapılan alım satımlar gibi birçok araçları birlikte kullanırlar.
İşletmeler sermaye yetersizliği nedeniyle borçlanmaya ihtiyaç duyuyorlar. Kriz dönmelerinde arz talep dengesi olmadığı için işletmelerde yeterli satış yapamamaları, sabit giderlerin artması nedeniyle işlerini yürütmek için ya işlerini küçültür ya da işçi çıkarır. İşçi çıkarması toplumsal sorunlara neden olabilir. İşsizlik artar, işletmeler kapanır.

İşçinin emeğinin karşılığı ücrettir. İşçi hayatını sürdürürken elde ettiği ücretle bütün ihtiyaçlarını karşılayamaz. Ücret gelirleri ülkemizde olduğu gibi çalışanların yüzde kırkının asgari ücret gelir elde ettiğini düşünürsek, bu hiçbir zaman mümkün olmaz. Emeğiyle geçinen sürekli borçlanır. Gelecekte emeğini satarak elde edeceği ücreti,aldığı borcu karşılamak üzere bir kısmını ayırmak zorunda kalır. Bu zaman içerisinde gittikçe yoksullaşmasına ve temel ihtiyaçlarını karşılayamamasına neden olur.
Ülkemizde aylık ihtiyaçlarınızı karşıladıktan sonra, tasarruf yapma imkanınız oluyor mu,  sorusuna her 100 kişiden 72,3’ü ‘hayır' cevabını veriyor. Türkiye'nin Eğilimleri Araştırmasında (2019) vatandaşın tasarruf yapma durumunu, bireylerin kazançlarının yetmediğini göstermesi açısından önemli bir veridir.

Temel ihtiyaçlarını ücretiyle karşılayamayacaksa, bankalardan borç alarak karşılayacaktır. Bankalarda uygulanan son dönemdeki kredi faiz indirimleri ve bireysel kredi kullanım uygulamasının kolaylaştırılması, borçların bir yerden diğer bir yere “transfer”edilmesini sağlamaktadır.
Uygulanan faiz politikaları ile inşaat şirketlerinin ellerinde birikmiş olan konut stoklarının eritilmesi ve iflaslarının önlenmesi amacıyla konut faizlerini düşürülmesi, konut satışlarını bir nebze de olsa artırmış bulunmaktadır.

İnşaat şirketlerinin elindeki stoklar erirken, hem kar elde ediyorlar, hem de borçlarını bireysel tüketicinin üzerine yüklüyorlar. Böylece kazanan firmalar oluyor, kaybeden ve geleceklerini ipotek altına veren tüketiciler oluyor. Bankalar ise şirketlerden alacaklarını kredi vererek vatandaşlardan tahsil etmiş oluyorlar, sadece borçluları değişiyor, bu işlemden komisyon alarak karlarını artırıyorlar.
Türkiye Bankacılık Denetleme ve Düzenleme kurumun yayınlamış olduğu haftalık bültenlerde Vatandaşların borçlarındaki artış, 3 Ocak –7 Şubat 2020 tarihleri arasındaki verilere göre 23 milyon Lira artmış bulunmaktadır.

Takipteki alacaklar ise 3 Ocak 2020 de 19 milyon iken, 14 Şubat 2020 tarihinde, takipteki alacaklar 20,1 milyona çıkmış bulunmaktadır. 2019 yılı içinde, bankacılık risk merkezinin yayınladığı bültene göre sadece bireysel kredisi, sadece kredi kartı ile hem bireysel kredisi hem de kredi kartından dolayısıyla yasal takibe intikal etmiş 1.403.546 tekil kişi bulunmaktadır.
İhtiyaç kredileri tüketimi artıran unsurlar arasında yer alırken, tüketimdeki artışın bir kısmı ithalat talebi yarattığı için cari açığa olumsuz yansıyabiliyor. Aynı zamanda iç talebin kuvvetlenmesi enflasyonu da artıran unsurlar arasında yer alıyor.

Gelirleri yetersiz olan bireylerin, temel ihtiyaçlarını karışlamak üzere bankalardan borçlanmaları zaman içerisinde sorun oluşturabilecektir. Ödenemeyen banka kredileri, bankaların elinde biriken konut stokları, bankaların toplamış oldukları mevduatın yetersiz olması nedeniyle, yetersiz kalan kendi sermayeleri büyük bir risk altına girebilecektir.

Tüketim toplumuna yönelik yaratılan bir ekonomik sistem içerisinde yaşayan bireylerin, yetersiz gelirleri nedeniyle borçlanmayan birey kalmayacaktır.Ödenemeyen borçlar çoğalacak, dağılan yaşamlar sonucu mutsuz ve sosyal sorunları artmış bir toplum. Bu kısır döngüden çıkılmaz ise Fırtınaya kapılmış, rotasını kaybetmiş, bir gemi gibi bir oraya, bir buraya sallanıp duracaktır.


AİLE SİGORTASI, YOKSULLUĞA ÇARE OLABİLİR Mİ?




Her vatandaşın temel hakkı, insanca yaşam hakkıdır. Her vatandaş eğitim, sağlık ve adalet kurumlarından eşit pay aldığında insanca yaşam koşullarına ulaşır. Toplumsal refahın, mutluluğun ve gelirin eşit bölüşüldüğü bir düzen içinde insanca yaşam kurulabilir.
Sosyal Devlet, vatandaşların emeğini ve ekmeğini güvence altına alır. Vatandaşlar arasında eşitliği ve bütün toplum için adaleti sağlar. Toplumsal denge, güçlü bir Sosyal Devlet aracılığıyla gerçekleştirilebilir.
İnsanlar sosyal hayatın devamını güçleştiren ve günlük hayatını sıkıntıya sokan sorunlarla karşılaştığında bu sorunları çözmeye yönelik çeşitli yöntemler geliştirirler. Sosyal sigortalar kavramı da bu ihtiyaçtan ortaya çıkmıştır.
Sosyal sigortalar ilk olarak düşük gelirli sanayi işçilerini kapsamına alırken, zamanla ticaret ve hizmetler kesimindeki işçilerini de kapsamına alarak genişlemiştir. Giderek kendi adına bağımsız çalışanları, günümüzde ise bütün halkı kapsayarak sosyal güvenlik müessesine geçiş başlamıştır.
İş kazasında ölen veya sakat kalan işçiler ile bunların geçindirmekle yükümlü oldukları aileleri sosyal sigortalar tarafından korunurken, zamanla kapsamı genişletilmiş ve hangi nedenle olursa olsun, aile reisinin ölümünden sonra geride kalanlarda sigorta tarafından korunur hale gelmiştir.
Sigorta, aynı tehlike altında bulunan kişilerin yan yana gelerek karşılaşacakları zararları eşitlemek amacıyla bir araya gelip, bir sigortalılar topluluğu oluştururlar. Bu sigortayı,özel sigortadan ayıran ve sosyallik kazandıran, sigortalıların ödedikleri primlerden karşılanması ve gelirin yeniden dağıtımına dayanmasıdır.
Yoksulluk, bütün ülkelerde önemli bir sorun olarak varlığını korumakta ve birçok insanın hayatını yakından ilgilendirmektedir. Yoksulluk tanımları birçok şekilde yapılmaktadır. Bunlardan birisi İnsanın günlük kalori miktarını karşılayacak yiyecek fiyatlarından hareket ederek hesaplanabilmektedir. Buna “mutlak yoksullukta” denilmektedir.
TÜRK-İŞ (Türkiye İşçi Sendikaları Konfederasyonu) çalışanların geçim şartlarını her ay düzenli olarakyaptığı “açlık ve yoksulluk sınırı ”araştırmasıyla açıklamaktadır. Ocak 2020 ayında dört kişilik bir ailenin sağlıklı, dengeli ve yeterli beslenebilmesi için yapması gereken aylık gıda harcaması tutarı (açlık sınırı) 2.219,45 TL olarak belirledi. Gıda harcaması ile birlikte giyim, konut (kira, elektrik, su, yakıt), ulaşım, eğitim, sağlık ve benzeri ihtiyaçlar için yapılması zorunlu diğer aylık harcamalarının toplam tutarı ise (yoksulluk sınırı) 7.229,49 TL.
Türkiye Cumhuriyeti, Uluslararası Çalışma Örgütü’nün 102 sayılı “Sosyal Güvenliğin Asgari Normları Sözleşmesi’ni” 1971’de imzalamıştır. Aile Sigortası, bu sözleşme kapsamında yer alan ve uygulamayı kabul ettiğimiz dokuz sigorta dalından birisidir. Bu sözleşmeye göre Ülkemiz sekiz sigorta kolunu uygularken,  Aile Sigortasını uygulamamaktadır.
Aile sigortasının uygulanmasına duyulan ihtiyaç, temel olarak ülkemizde ekonomik krizle birlikte ihtiyaç sahiplerinin artmış olmasından kaynaklanmaktadır.Nüfusumuz gittikçe yaşlanmaktadır. İşsizlik sorunu kronik bir hal alarak çözülemez bir noktaya gelmiştir.

Genel yoksulluğun ve çocuk yoksulluğundaki oran giderek yükselmektedir. Tarım kesiminin küçülmesi ve kırsal kesimde artan yoksulluk, sosyal sigorta programlarının kapsamadığı çalışan gruplar, özel olarak korunması gereken engelliler, çocuklar, bölünmüş aileler, bu ihtiyacı daha da acil hale getirmektedir.
İşsizler için oluşturulan işsizlik fonunun,yararlanma koşullarının ağır olması nedeniyle işsiz kalanların bu fondan yararlanmalarının zor ve belirli bir zaman kısıdıyla sınırlı olması, toplumda yeterli bir sosyal güvenlik şemsiyesi olamamaktadır.
Türkiye'de 65 yaş üstü nüfus oranı yüzde dokuza ulaştı. Neredeyse çok yaşlı ülke konumuna gelmektedir.Tarım kesiminde çalışan nüfusun kentlere göç etmesi ve üretimsizlikten kaynaklanan yoksulluk da gittikçe artmaktadır.
Ekonomik kriz nedeni ile bölünmüş ailelerin çocuklarının korunması, özel gruplara yönelik çalışmaların yetersiz kalması, normal yaşamını sürdüren insanların bile karşılaştığı sorunları çözememesi, engelliler açısından daha da kötü bir noktada bulunmaktadır.
Ülkemizde yaşanan bunca yoksulluğa, işsizliğe, yeterli derecede alınamayan eğitim, sağlık ve gelir dağılımındaki adaletsizliğe karşı vatandaşların korunma ihtiyaçları gittikçe artmaktadır.
Yoksulluğa karşı tek başına bir çare olamayacağı açık olmasına rağmen Aile Sigortasının bir nebzede olsa bir yaşam hakkı olarak ihtiyaç sahiplerine geçici bir koruma sağlayabilecek olmasıdır.
Ailedeki bireylerin gelirleri üzerinden hesaplanacak bir yaşam gelirinin sağlanması sosyal devlet olmanın vaz geçilmez bir görevidir. Çeşitli şekillerde sağlanan sosyal yardım programları da vatandaşın hak talebi olarak görülmeyip menfaat üzerinden düzenlenmesi geçici çözümler üreterek, kalıcı hale gelmiş sorunların üstesinden gelememektedir.
Eşit, adil bir eğitim, sağlık ve gelir dağılımı insanca yaşam için bütün yurttaşları koruyacak ve kapsayacak bir şemsiyeye acil olarak toplumun ihtiyacı bulunmaktadır. Aile sigortası, yoksulluğu ortadan kaldırmaz ama yaşam hakkı için bu ara çözümlerden biri olabilir.
Yaşam hakkı en kutsal haktır ve sosyal devletin vazgeçilmez görevidir.





YAŞAM YÜKÜ GELECEK UMUDUMUZU YOK ETMEMELİDİR



Hayatın normal akışı vardır. İstesek de istemesek de günlük yapmamız gereken işler vardır. Hayatımızı sürdürmemiz için, temel ihtiyaçlarımızı karşılamamız için çalışmakta bunlardan biridir.
Çalışmak, insanın temel ihtiyaçlarının karşılamasını sağlaması açısından vaaz geçilmez bir faaliyettir. Toplumsal bağımlılık ilişkilerinin çözüldüğü, insanın giderek yalnızlaştığı ve bütün hayata karşı tutunmak için çaba gösterdiği de bir gerçek haline geldi.
Toplumun en küçük çekirdeği ailedir. Aile içerisinde de iş bölümü oluşmaktadır. Geleneksel toplumlarda kadın ev işlerini yaparken, erkek daha çok dışarıdaki işleri yapmaktadır. Modern toplumlarda bir bütün olarak kadın ve erkek bütün işleri birlikte yapmaktadırlar. Ailenin geçimini ve sürdürülebilir olmasını, ortak çabalarıyla sağlamaktadırlar.
Türkiye İstatistik Kurumu, çalışma hayatımıza ilişkin ülkenin verilerini belirli aralıklarda açıklamaktadır. Bu verilerden biri de ülkemizde çalışma yaşına gelmiş (15-64 yaş aralığı olarak tanımlanmaktadır) çalışan nüfusun ne kadarının iş bulduğu, ne kadarının işsiz kaldığı istatistikî verileridir.
Sürekli işsizlik verileri neden gündemde kalmaya devam ediyor. Ülkenin genç bir nüfusu var ve iş gücü artmakta, bu artan iş gücüne yaşamlarını sürdürebilecekleri bir iş bulmak gerekmektedir. Sosyal refah devletinde, çalışma çağına gelen ve çalışmak isteyen insanlara devlet çalışacakları bir işi göstermek durumundadır.
Türkiye'nin çözülmesi gereken en acil sorunları olarak vatandaş, ekonomik sorunları görüyor. Bir araştırmaya göre ilk üçte işsizlik yüzde 48 oranıyla, ekonomik kriz yüzde 37 oranıyla, hayal pahalılığı ise yüzde 36 oranıyla en acil çözülmesi gereken sorunlar olarak sıralanıyor. 
Yaşadığımız ekonomik sistemin çıkmazları ne yazık ki çalışma çağına gelen iş gücüne bir iş gösteremediği gibi çalışmakta olan iş gücü de çeşitli ekonomik sebeplerle işsiz kalmaktadır.
İş arayan iş bulamamaktadır. Çalışırken işsiz kalan esnek bir iş gücü piyasası olmadığı için yeni iş bulamamaktadır.
Kasım 2019 ayında 15-64 yaş grubunda işsizlik oranı bir önceki yılın aynı dönemine göre 1,0 puan artışla, %13,6, tarım dışı işsizlik oranı ise 1,1 puanlık artışla %15,5 oldu. Bu yaş grubunda istihdam oranı 0,9 puanlık azalışla %50,2, iş gücüne katılma oranı ise 0,3 puanlık azalışla %58,1 oldu.
Türkiye genelinde 15 ve daha yukarı yaştakilerde işsiz sayısı 2019 yılı Kasım döneminde geçen yılın aynı dönemine göre 327 bin kişi artarak 4 milyon 308 bin kişi oldu. İşsizlik oranı 1 puanlık artış ile %13,3 seviyesinde gerçekleşti. Tarım dışı işsizlik oranı 1,1 puanlık artış ile %15,4 oldu.
Bu işsizlik oranları çözülmediğinde, işsiz sürekli artarak kronik bir hal aldığında toplumda yaşayanların bazı temel değerlerinde, yaşam formlarında bozulmalar ortaya çıkmaktadır.
Bireyler temel ihtiyaçlarını karşılayamaz hale gelmektedir. Toplumda en önemli unsur olarak görülen ve çok büyük roller yüklenen aile içerisinde birleştirici ilişkiler yok olmaktadır.
Sürekli fiyat artışları (zamlar) alım güçlerini düşürmekte, alım güçleri düştüğü gibi işsiz kalanlar temel ihtiyaçlarını karşılayamaz hale gelmektedirler. Temel ihtiyaçların karşılanmaması bireyin dünyasında bir yıkım yaratığı gibi aynı zamanda toplumsal güveni zedelemektedir.
Güvenin olmadığı yerde, çaresiz kalanlar, ellerinde kalan son şeyi, yaşam bütünlüklerine yönelik çeşitli şekillerde zarar verme durumda kalıyorlar.
Son zamanlarda intihar olaylarının artması da temel ihtiyaçlarının karşılanmasındaki çözümsüzlük, toplumsal roldeki parçalanma, yalnızlık ve güvensizlik olarak karşımıza çıkmaktadır.
Yaşamdaki beklentinin bitmesi ve çaresiz kalması topluca kendi yaşamlarına yönelmekte, çocuklarının aç olduğunu söyleyerek kendi hayatlarına son verebilmektedirler.
Vatandaşın umudu, toplumun bütün bu çaresizliğe karşı dayanışarak, yönetenlerin bütün sorunlara çözüm üretecek yolları bulması beklentisindedir.
Devleti yönetenler, sosyal barışı, sosyal adaleti sağlamak amacıyla, sosyal ve ekonomik hayatı düzenlemek, herkese insan onuruna yaraşır asgari bir hayat seviyesini sağlamak zorundadırlar.
Umudu kesmeden yaşamak her şeye rağmen ayak diremek, belki bir ferahlık değil ama bir gün fazla yaşamak, bugünden farklı bir gün olacak umudumuzu hiç kaybetmeden dayanışarak birliğimizi sürdürmeliyiz.