9 Aralık 2019 Pazartesi

YOKSULLUK ÇARESİZLİK OLMAKTAN ÇIKMALI, SOSYAL DEVLET KARŞILIKSIZ KREDİ SAĞLAMALI




ERTUĞRUL KILIÇ

15.11.2019 tarihinde TÜİK(Türkiye İstatistik Kurumu) işsizlik rakamlarını yayınladı. Aktif iş gücü 33 milyon 180 kişi, çalışan sayısı 28 milyon 529 kişi olarak açıklandı. İşsiz sayısı 15 yaş üstü bir önceki Ağustos 2019 dönemine göre 4 milyon 650 bin kişi oldu. Genç nüfusta (15-24 yaş) işsizlik oranı 6,6 puanlık artış ile %27,4 olurken,15-64 yaş grubunda bu oran 2,9 puanlık artış ile %14,3 olarak gerçekleşti.
Tüketici Hakları Derneği Genel Başkanı açıklamasına göre Nüfusun % 20’sinden fazlasının, yani, 16 milyondan fazla kişinin açlık sınırının altında yaşadığını, "Nüfusun % 60’dan fazlasının, yani, 48 milyondan fazla kişinin ise yoksulluk sınırının altında yaşadığı ortaya ifade edilmektedir.
Son zamanlarda toplumda yaşanan umutsuzluk ve ekonomik zorluklar nedeniyle toplu intiharlar vakaları görülmektedir. Çaresizlik içerisinde, çıkış yolu bulamayan insanların toplumda artmaması birazda devletin sosyal yanının öne çıkarılmasından geçmektedir. Victor Hugo ünlü yapıtında (Sefiller) yoksullar için söylediği gecelerin erken ağarmasını isterler, onlar için aydınlık kış güneşi gibidir der. Yoksuların çaresizliği ve dışlanmışlığı toplumun yarayan bir kanası olarak devem etmektedir.
Toplanan vergiler ile yapılan harcamalar, ülkedeki gelir dağılımındaki eşitsizlik ve sermaye sağlanan kolaylıklar kadar, bu ülkenin yoksullarının da yararlanacağı, günlük hayatın sürdürülmesinde, insanca yaşamlarını sağlayabilecek bir gelire kavuşturulmalarının zorunluluğu bulunmaktır. Hak temelli oluşturulacak modellerin yoksulların insanca yaşamasına yarayacak bir hayata tutunma aracı olacağı tartışılmazdır.

YOKSULLUKLA MÜCADELEDE NELER YAPILABİLİR!

Şu günlerde Asgari ücret tartışmaları kamuoyunun gündeminde, geçim sıkıntısından kurtulmanın bir aracı olacak mı, yoksa ülkedeki üretim koşullarının ve patronların karlarının sürdürülmesinde temel bir dayanak olarak mı kalacak bu açıklamaları tarafların gerekçelerinde yeniden duyar olacağız, birlikte yaşayarak göreceğiz.
Genel bütçede, toplanan vergilerin toplamına bakıldığında çok büyük bir tutarda halkın günlük harcamalarından oluşan dolaylı vergilerden (KDV, ÖTV, ÖİV vb.) oluşmaktadır. Sermayenin vergilendirilmesi yeterince olmadığı gibi, vergi istisnaları ve teşviklerle daha da desteklenmektedir. Yoksulluğun bu kadar artığı, nüfusun neredeyse yarısına yakınının çaresiz kaldığı bir toplumda devletin karşılıksız harcamalarla bu kesimi desteklemesi gerekmektedir.
Anayasamızın ikinci maddesinde yazan toplumun huzuru, milli dayanışma ve adalet anlayışı içinde sosyal bir hukuk devleti görevini yerine getirmelidir. Yoksulların ve işsizlerin günlük yaşamını sağlayacağı bir gelirin karşılıksız, kredi olarak verilmesi sağlanmalıdır. Bu bir hak olarak yasalara geçmeli, bir menfaat ilişkisi olarak çeşitli siyasi iktidarlarca kendi çıkarlarına yönelik kullanılacak durumdan çıkarılmalı hak temelli bir model oluşturulmalıdır.
Çok değişik kurumlarca ( T.C Aile Çalışma ve Sosyal Hizmetler Bakanlığı, Valilikler, Belediyeler vb. gibi) sağlanan yardımların tek bir çatı altında toplanarak yoksulluğu ortadan kaldıracak politika ve yardım kurumları oluşturulmalıdır.
Gelir tespiti yapılarak yoksulluk altında kalan kesimlere (bu sınırdan çıkacakları bir durum sağlanana kadar- yoksulluk verileri çeşitli kurumlarca paylaşılmaktadır.) kazançlardan elde edilen, geri ödemesiz vergi geliri, yaşam hakkı olacak şekilde tekrar yoksullara verilmelidir.
Düşük gelirlerden, yoksulluk gelirinin altında vergi alınmamalıdır.
Devletin uyguladığı dolaysız (temel tüketim harcamalardan) vergilerle, tekrardan bu tutarlar vergi olarak alınmamalıdır. Temel tüketim maddelerindeki dolaylı vergiler (Katama Değer Vergisi gibi. vb.) düşürülmeli ya da kaldırılmalıdır.
Asgari geçim sınırında olan (asgari ücretten) alınan vergiler kaldırılmalı( ya da toplanan ilk vergi diliminin, vergi içerisindeki etkisi azaltılmalıdır) yoksulluk sınırının %5 ‘nin üzerine çıkana kadar bu kesimlerden vergi alınmamalıdır.
Bir toplumda refahın sağlanması, bütün toplumu oluşturan kesimlerin yaşam hakkına sahip olmasından geçtiği bilinmektedir. Uygulanan sosyal politikaların Anayasamız ve diğer düzenleyici fonksiyonlar içermesi açısından, gelir adaleti ve eşitliği sağlanmadan, toplumsal uyum, yaşam hakkı ve barışçı bir ülkenin yaratılamadığını, toplumların yaşayan tarihleri defalarca göstermektedir.

5 Aralık 2019 Perşembe

İNTERNETTE “YOUTUBE” OLARAK REKLAM ALANLAR VERGİ ÖDEYECEKLER Mİ?




ERTUĞRUL KILIÇ

Teknolojinin gelişmesi, kullanıcı sayısının hızla artması, yeni sosyal ve ekonomik alanların ortaya çıkmasına neden olmaktadır. Sosyal ilişkilerin dijital ortam üzerinden yürütülmesi ve bir mekan gibi işlem görmesi ekonomik ilişkileri de o alana taşıdı.
Ekonomik kazanç elde etmek isteyenler, bu alanda çeşitli biçimlerde ilişkiler kurarak ürettikleri mal ve hizmetlerin tanıtım (reklam) ve satımını yaparak gelir elde etmektedirler. Kendi şahıslarına ait İnternet alanlarında üretmiş oldukları içeriklerden, Google aracılığıyla reklam alarak, kazanç elde etmektedirler.
Bir faaliyetin "ticari faaliyet" sayılabilmesi için kazanç sağlama niyet ve kastı gerekmemekle birlikte, faaliyeti icra eden organizasyonun bütün unsurları ile birlikte değerlendirildiğinde kazanç sağlama potansiyeline sahip olması gerektiği verginin konusuna girmektedir. Verginin konusuna giren bir kazançtan da kanunlarımız gereği vergi alınması için yeterli olmaktadır.
Gelir idaresi İnternet alanı kiralayarak “youtube” içerikleri üzerinden alınan reklamların ticari bir faaliyet olduğunu gelirlerinin Gelir Vergisi Kanunu 85 Maddesine göre beyanname vererek gelirlerini beyan etmeleri gerektiğini bir özelgeye bağlayarak açıkladı.[1]
476 sayılı Cumhurbaşkanlığı Kararı'nda, "213 sayılı Vergi Usul Kanununun 11 inci maddesinin yedinci fıkrası hükümleri kapsamında bazı hizmetlerin vergi kesintisi kapsamına alınması ve 193 sayılı Gelir Vergisi Kanununun 94 üncü maddesi ile 5520 sayılı Kurumlar Vergisi Kanununun 15 inci ve 30 uncu maddelerinde yer alan vergi kesintisi oranlarının uygulanması kararı alınmıştır.
Bu düzenlemeye göre internette reklam verenlerin vergilendirilmesi amaçlanmıştır. Bu vergilendirilmenin Yurt içi işletmeler açısından ve Yurt dışı işletmeler açısından ayrı ayrı değerlendirilmesi yerinde olacaktır.
VUK ‘nun 11. Mad. Düzenlenen vergi kesenlerin sorumluluğu açısından yapılacak olan vergi kesintilerinin(stopajların) zamanında ödenmesi ve doğru kesilmesi belirlenmiştir. GVK 94 maddesi ile KVK 15 maddesi ile 30 maddesinde reklam verenlerin % 15 stopaj kesinti yapmaları mecburiyeti gerilmiştir.
Reklam veren veya aracılık eden kurumların ikisinin de Tam mükellef kurum olmaları durumunda vergi (%15 stopaj ) kesintisinin yapılmayacağı ve GV veya KV ‘ne tabi olacakları tabidir.
Buna göre, internet ortamında reklam hizmeti veren veya bu hizmetlerin verilmesine aracılık eden gerçek kişilere yapılan ödemelerde vergi kesintisi oranı %15 olarak uygulanacaktır. Söz konusu vergi kesintisi uygulamasında gerçek kişinin tam veya dar mükellef olmasının bir önemi bulunmamaktadır.
İnternet ortamında reklam hizmeti veren veya bu hizmetlerin verilmesine aracılık edenlerin mükellef olup olmadığına bakılmaksızın, bu hizmetlere ilişkin ödemelerden vergi kesintisi yapılması gerekmektedir.
İnternette reklam alanların yaptıkları işlerin devamlılık arz etmesi, birden fazla yapılması bir organizasyon çerçevesinde yapılması Vergiye tabi olacaktır. Ancak, Arzı bir faaliyet olarak yapılacak ise stopaj kesilmek suretiyle reklam verenler tarafından vergiye tabi tutulması ve bu tutarın 2019 yılı için belirlenen tutarı (33.000.-TL) aşmaması durumunda vergilendirilmeyecektir


[1] Kayseri Vergi Dairesi Başkanlığı, 13.11.2019 tarih ve 50426076-120[37-2019/20-727]-E.129069 sayılı özelgesi


3 Aralık 2019 Salı

VATANDAŞIN YEDİĞİ İÇTİĞİ, VERGİ OLARAK DEVLETE GİDİYOR




Ertuğrul Kılıç

Vergi son zamanlarda çok konuşulur bir hal aldı. Hiç ilgilenmeyen hatta verginin ne olduğunu, ne için alındığını bilmeyen vatandaşlar bile, artık vergi konusunda, konuşur oldular. Bundan yakınarak çok vergi alınıyor diye feryat ediyorlar.
Devletin aldığı vergiler, türlerine göre dolaylı ve dolaysız vergi diye sınıflandırılır. Diğer taraftan da kaynağına göre gelirden alınan vergiler ve tüketimden alınan vergiler gibi adlar alırlar. Gelirden alınan vergiler beyan esasına dayanırlar. Devlet, verginin kolay toplanması ve maliyetinin düşük olması için bazı vergiler kaynağında kesilerek, bir beyanname ile vergi idaresine beyan edilmesini sağlar.
Ücretle çalışanların vergileri, kaynağında işverenler tarafından kesilip vergi idaresine yatırıldığı için, çalışanlar bu vergi ile çok ilgilenmezler. Hatta çoğu ücretli, kendi ücretinden bir verginin kesildiğinin farkında bile değildir. Çalışan aldığı net ücreti gördüğü için gerisiyle çok ilgilenmez. Yükü işverene kalır.
Kesilen vergi yükü arttıkça işveren net ücretleri çalışana daha az vermeye çalışır ki, işçilik maliyetleri işverenin rekabet gücünü ortadan kaldırmasın. İşçi ne zaman işverenle brüt ücret üzerinden anlaşır, işte o zaman ücreti vergi dilimine takılıp düştükçe, verginin ne olduğunu anlar. Yeni yıla girerken, 2020 yılında uygulanacak insanın asgari yaşamına yetecek kadar bir ücret olmayan, Asgari ücret artışı görüşmeleri vatandaşın geçim sıkıntıları gölgesinde başlayacaktır.
Devlet, vergiyi sadece gelir üzerinden toplamıyor. Tüketim üzerinden de topluyor. Nedir bunlar. Et ve et ürünleri, Süt ve süt ürünleri, Sebze ve meyvelerdir. Protein, yağ ve karbonhidratlar temel besin kaynaklarıdır. Dayanıklı tüketim maddeleri, beyaz eşya, kırtasiye, otomobil vb. görece daha uzun süre ve birden çok kullanımı söz konusu olan mallardır. Sadece tüketimden alınan vergiler bu mallarla sınırlı da değildir. Benzin, mazot vb. gibi mallardan verginin de vergisini almaktadır.
KDV’ nin önemi işte hayatımızda tükettiğimiz her türlü mal ve hizmetin maliyeti üzerinden bir vergi olarak devlet tarafından alınmasından kaynaklanıyor. Kişisel tasarruf oranlarımızı düşürüyor. Daha fazla refah içerisinde yaşayabilecek iken, bu tutar devlet tarafından vergi olarak elimizden alınıyor. Yaşayabilmek için daha fazla süre çalışmak zorunda kalıyoruz. Daha az kendimize ve ailemize zaman ayırabiliyoruz.
Üstelik bu tüketim vergisi Anayasamızda belirtilen kurala göre de alınmıyor. Anayasamız ne diyor. “Herkes, kamu giderlerini karşılamak üzere, mali gücüne göre, vergi ödemekle yükümlüdür. Vergi yükünün adaletli ve dengeli dağılımı, maliye politikasının sosyal amacıdır.” Bu vergiler gelire göre alınmadığı için sosyal amacına da ulaşamıyor. Ekmek alırken zenginde aynı vergiyi ödüyor, fakir de aynı vergiyi ödüyor. Vergi yükünün adaleti dengeli ve eşit olarak dağıtılmamış olarak ortaya çıkıyor.
Tüketim vergisini önemli hale getiren diğer bir unsurda, toplanan vergiler içerisinde, çok ağırlıklı bir tutar olarak, yer almasıdır.2018 yılında toplanan verginin, %23,8 Gelir Vergisinden,  %11,4, Kurumlar Vergisinden, %51 yurttaşların harcamaları üzerinden alınan Katma Değer Vergisi Ve Özel Tüketim Vergisinden toplanmıştır. Dolaylı (Yurttaşların Tüketiminden alınan vergiler) verginin nispi oranına bakacak olursak, yapılan bütçedeki payın, yaklaşık olarak %63 ‘nü oluşturmaktadır. Yani ülkede toplanan 100 TL ‘lik verginin 63 TL’lik kısmı yurttaşların ekmek, süt, yumurta, yoğurt, eğitim, benzin ve sigara vb. gibi tüketim maddelerinden alınmaktadır
Vatandaşlar, kıt kaynaklarla yaşamını sürdürürken, vergiler için ya sabır çekmesi, biraz da bu adaletsiz ve eşitsiz vergiden kaynaklanmaktadır.

26 Kasım 2019 Salı

AHİLİK FONU


(Gözümüz Aydınlar Olsun Esnafım, Doktorum, Avukatım, Mali Müşavirim Velhasıl Bağ-Kur’lum Yeni Bir Fonumuz Oldu! )

AHİLİK FONU


ERTUĞRUL KILIÇ
SMMM-SORUMLU ORTAK


Fon deyince aklımıza çok da iyi şeyler gelmiyor. Birde bu fon isteğe bağlı değilse. İnsanlar gelecek kaygısı için kendi istekleriyle kazançlarının bir kısmını, gelecekte karşılaşacakları kötü günler ve/veya acil ihtiyaçları için köşe, kenara üç beş kuruş koyarlar. Bu aslında kötü gün dostudur. Ama kanunla biri size, efendim siz beceremiyorsunuz gelirinizden bir tutarı köşe, kenara koymayı, bunu ben yapacağım deyince, bu bambaşka bir şey haline geliyor. Çünkü artık sizin adınıza biriktirilen tutarın kullanımı, sizin kontrolünüzden çıkıyor.
 Fon kelimesinin kökeni Fransızcadan gelmektedir. Türkçe sözlükte “bir kurumu, bir işletmeyi finanse etmek ya da belirli bir işi yürütmek için, gerektikçe harcanmak üzere ayrılan para”[1] olarak tanımlamaktadır. Tanımda belirtildiği gibi bir şeyi yürütmek için ihtiyaç duyuldukça yararlanılması düşünülen bir kaynak. Peki, durup dururken bir fon kurmak da neyin nesi. Kendi adına para kazanan ve kendi adına iş yapmayı her türlü zorluğa karşı yürüten kişiler kaynaklarını nasıl kullanacaklarını bilmiyorlar mı? Bu farklı finansal ihtiyaçların karşılanması için yaratılan, yeni bir finansman aracı mı?
Ülkemizde, fon kavramı yeni değil. Değişik zamanlarda çeşitli hükümetler fonlar kurmuş ve fona katkı sağlayanların zor zamanlarda kaldıklarında ihtiyaçlarını karşılamak üzere oluşturulduğu ilgili taraflara ifade edilmiştir. Bir kaçını hatırlamak gerekirse Toplu Konut Fonu, Sosyal Yardımlaşma ve Dayanışmayı Teşvik fonu vb. olmak üzere kamu kesimi dengesi içerisinde kurulan yaklaşık 13 adet fon kurulmuştur. En son kurulan ise Varlık Fondur. Devletin elinde kalan satılmamış veya halka bir kısmı açılmış, çoğunluğu ve/veya altın hisselerin kullanımı devletin uhdesinde kalmış kıymetli işletmeler.
Çalışanlar için kurlun bir de işsizlik fonu bulunmaktadır. İşsizlik sigortasının amacı; işsizlik sigortasına ilişkin kuralları ve uygulama esaslarını düzenlemek ve bu Kanunda öngörülen hizmetlerin verilmesini sağlamaktır. İşçi, işveren ve Devletin katkıda bulunduğu, bu işsizlik fonundan amaçları doğrultusunda gerekli koşulları sağlayanlara, işsiz kaldıkları zamanlarda belirli süreyi kapsamak üzere belirli tutarda para işsizlik ödeneği olarak ödenecektir.
Aynı açmalarla işçiler için kurulan İşsizlik fonundan yapılan ödemlerde ve kanunun amaçları arasında sayılmayan kaynaklara çeşitli ödemeler yapılmıştır. İşsizden çok işverenin ve kamu bankalarının açıklarını kapatmak üzere kullanılmıştır. “2002-2019 yılları arasında İşsizlik Fonu’ndan işsizlik ödeneğine harcanan miktar toplam 28 milyar TL iken sadece 2018 yılında 11 milyar TL teşvik ve destek verilmiş ve 12 milyar TL’de kamu bankalarına sermaye olarak aktarılmıştır. Yine GAP idaresine fondan 2012 yılında verilen 11,5 milyar TL’lik borç tahsil edilememiştir.”[2]  Fon denilince bu ülkede yaşayan insanların hafızasında çok da iyi şeyler canlanmamaktadır. Umarım bu fonda biriken tutarlar gerçek ihtiyaç sahiplerine kanunda belirtilen amaçlar doğrultusunda harcanır.
08.03.2017 tarihli Resmi Gazete’de yayınlanan 6824 sayılı Kanun ile İşsizlik Sigortası Kanununda düzenlemeye gidilerek (4447 sayılı Kanuna eklenen Ek-6. madde), gereken görev ve hizmetler için mali kaynak sağlamak, piyasa şartlarında kaynakları değerlendirmek, kanunun öngördüğü ödemelerde bulunmak üzere, iş yerini kapatan ya da zor durumda kalan esnafa belirli bir süre ödeme yapmak amacıyla, Esnaf Ahilik Sandığı kurulmasına dair yasal düzenleme yapıldı.
Bu düzenlemeyle kurulan Esnaf Ahilik Sandığı kimleri kapsayacaktır. Beli başlı olarak 5510 sayılı kanunda  4/b sigortalısı olarak kabul edilen; kendi adına bağımsız çalışan doktor, mali müşavir, avukat gibi serbest meslek erbabı çalışanlar, şirket ortakları, bakkal, manav, mobilyacı gibi esnaf ve ticaret erbabı, esnaf ahilik sandığı sigortalısı olarak ahilik sandığına prim ödeyeceklerdir.
Bu kanundan muaf olan kesimler var mı? Evet. 5510 sayılı Kanunun 50 nci maddesi kapsamındaki isteğe bağlı sigortalılar, 10.7.1953 tarihli ve 6132 sayılı At Yarışları Hakkında Kanuna tabi jokey ve antrenörler, köy ve mahalle muhtarları ile tarımsal faaliyette bulunanlar bu kanunun kapsamında olmayan sigortalılar olarak sayılmışlardır.
Kanun kapsamında belirtilen sigortalılar, kendi adına çalışanlar, aylık olarak sigorta primi öderken, beyan ettikleri gelirlerin 5510 sayılı Kanunun 80. ve 82. maddelerinde belirtilen prime esas günlük kazançlarından % 2 sigortalı ve % 1 devlet payı şeklinde sigorta primi ödenecektir.
Ancak alınacak günlük prim tutarı, prime esas günlük kazanç alt sınırının iki katı üzerinden hesaplanacak tutardan fazla olamaz. Herhangi bir nedenle sigortalılık durumunun sona ermesi halinde, o ana kadar sigortalıdan kesilen Esnaf Ahilik Sandığı primleri ile Devlet payı iade edilmez. Esnaf Ahilik Sandığına sigortalılarca ödenen primler, kazancın tespitinde gider olarak kabul edilir.
Esnaf Ahilik Sandığı ödeneklerinden bu kanunda sayılanlar nasıl yararlanacaklardır. İşsizlik sigortası fonunda olduğu gibi Ahilik Sandığı’ndan da belirli şartları yerine getirenlere ödeme yapılacaktır. Buna göre, Esnaf Ahilik Sandığı sigortalıları için sigortalılığın sona ermesinden önceki son 120 gün sürekli çalışmış olanlardan, son 3 yıl içinde;
• 600 gün faaliyetini sürdüren ve prim ödemiş olanlara 180 gün,
• 900 gün faaliyetini sürdüren ve prim ödemiş olanlara 240 gün,
• 1080 gün faaliyetini sürdüren ve prim ödemiş olanlara 300 gün, 
süre ile Esnaf Ahilik Sandığı ödeneği verilecektir.

İşsizlik sigortası fonunda hep eleştiri konusu yapılan, yararlanma koşulları burada aynen uygulanmaktadır. Bu koşullar nedeniyle fondan yaralanacak olanların sayısının sınırlı olacağı şimdiden söylenebilir.

Ne zaman yürürlüğe girecektir. Bu kanun 01.08.2018 tarihinde yürürlüğe girmesi gerekirken, yürürlük tarihi yeni bir düzenleme ile 01.01.2020 tarihine ertelenmiştir.  Esnaf Ahilik Sandığı sigortası zorunlu olacaktır. Bu düzenleme kapsamına giren ve hâlen faaliyette olanlar düzenlemenin yürürlüğe gireceği tarihte (01.01.2020), faaliyetine daha sonra başlayanlar ise başladıkları tarihten itibaren Esnaf Ahilik Sandığı sigortalısı olacaklardır.
Bu defa erteleme olmayacağı varsayımıyla, 2020 yılı Cumhurbaşkanlığı Programı’nda İşsizlik Sigortası Fonu’nun gelirlerine, Esnaf Ahilik Sandığı için toplanacak primlerin de dâhil edildiği görülmektedir.


20 Kasım 2019 Çarşamba

MUHASEBE MESLEĞİNDE İŞ STRESİ, TÜKENMİŞLİK VE MESLEK SORUNLAR İLE ÇÖZÜM ÖNERİLERİ



                                                                                                          Ertuğrul Kılıç
SMMM-Sorumlu Ortak
                                                                                                         26.02.2019

Bugün yaşanan ekonomik krizin doğurduğu sorunlar bizi etkilediği gibi toplumun her kesimini de etkilemektedir. İşyerlerinin kapanması, mevzuattaki karmaşa ve her gün yeni bir teşvik ve/veya af, işsizlik,  ücret sorunu ve bütün bu durumun ortaya çıkardığı toplumsal ve mesleki travmalar.
Ben bu durumların ve genel durumun meslek açısından ortaya çıkardığı sorunları ve çözüm önerilerini kısada olsa ele alamaya çalışacağım. Tabi ki sorunlarımız ve çözüm önerileri sadece bunlardan ibaret de değildir. Karmaşık ve kendini yeniden üreten bir yapıya sahiptir. Hep birlikte bu sorunları tespit edip, çözüm önerileri üretmeye çalışacağız. Ben iş yaptığımız ortamın ortaya çıkardığı İki konudan bahsedeceğim iş stresi ve tükenmişlik olayı. Son zamanlarda meslek mensuplarında ortaya çıkan kaygı endişe ve çeşitli fizyolojik sorunlar.
İş hayatında ve günlük hayatta yaşanan stres bireyi etkisi altına alarak bir takım olumsuz sonuçlar doğurabilmektedir. Örgütsel anlamda performansta azalma, çatışmalar ve işe devamsızlıkların yanında bireysel anlamda da kaygı, depresyon, davranış bozuklukları ve tükenmişlik gibi zihinsel rahatsızlıklara sebep olabilmektedir. Bu zihinsel sıkıntılar zaman içerisinde fiziksel rahatsızlıklara da dönüşebilmektedir. Kalp ve damar hastalıkları, kanser, ülser, migren ve alerji gibi hastalıklar sürekli hale gelen iş stresinin sonucu ön plana çıkmaktadır.
“İş stresi ise işgörenin iş yerindeki stres kaynaklarını algılaması ve bunlara vermiş olduğu tepkileri ifade etmektedir (Wilson and et al., 2004: 574). Diğer bir anlatımla, çalışan ve çevresi arasındaki etkileşim sonucunda ortaya çıkan gerilim olarak tanımlanabilir (Efeoğlu)”
“Greene 1961’de yayınladığı “Bir Tükenmişlik Olayı” (A Burnt-Out Case) adlı eserinde; ruhsal çöküntü yaşamış ve hayal kırıklığına uğramış bir mimarın işini terk edip Afrika ormanlarına kaçışını anlatarak tükenmişliği ilk olarak gündeme getirmiştir. Ardından tükenmişlik, 1970’lerde Amerika’da özellikle müşteri ilişkilerinde çalışan personelin mesleki bunalımlarını ifade etmek için kullanılmıştır (Sürgevil, 2006:3). 1974 yılında Tükenmişlik kavramı ilk olarak Freudianberger (1974:159) tarafından "başarısızlık, yıpranma, enerji ve güç kaybı veya insanın iç kaynakları üzerinde karşılanamayan istekler sonucunda ortaya çıkan bir tükenme durumu" olarak tanımlanmıştır (Sılığ, 2003:10).Tükenmişlik konusunda çalışan birçok araştırmacının farklı tanımlamaları mevcuttur. Ancak günümüzde tükenmişlik dendiğinde ilk akla gelen isim Christina Maslach olmaktadır. Maslach’a göre tükenmişlik, çalışma yerindeki strese neden olan durumlara karşı ortaya çıkan uzun süreli psikolojik bir sendromdur ve özellikle iş ve çalışan arasındaki uyumsuzluktan kaynaklanan kronik bir gerginliktir (Maslach, 2003: 189). En basit haliyle insan ruhunun çöküşü ve yavaş ancak sürekli olarak gelişen, insanı kurtuluşu zor bir girdabın içine sürükleyen bir hastalıktır (Maslach, Leiter, 1997:17).  Kişisel idealler ve istekler ile çalışma şartlarındaki bozulma tükenmişliğe neden olmaktadır (Suran, Sheridan, 1985:742). Özellikle kendilerini işlerine adayan, çalışmayı sosyal yaşamlarına tercih ederek kendileri için vazgeçilmez olarak gören bireylerin tükenmişlik riski taşıdığı söylenebilir (Pines, 2002:103104; Pines, Aronson, 1988:10). 
Stres, tükenmişlik ve iş tatmini arasındaki ilişkileri çalışmalarda, stres ile tatmin arasında negatif, stres ile tükenmişlik arasında pozitif etkinin olduğu doğrulanmıştır.[1]
AKILIMA GELEN BİR KAÇ ÇALIŞMA HAYATI /SOSYAL UYUMSUZLUK VE TATMİNSİZLİK SORUNLARI’NI SIRALAMAK GEREKİRSE;
·         Kişisel başarıdaki düşme hissi
·         İş yerindeki çalışma sürelerinin giderek uzaması
·         Bağımlı çalışanların kendi mesleki sorumluluklarının dışında her işte kullanılma (özellikle bu kelimeyi seçtim)durumu,
·         Mükelleflerine karşı ağır sorumlulukları,
·         Yaptıkları işin süre kısıtının olması(zamana bağlı olması),
·         İşle ilgili uygulama ile kanuni düzenlemelerin günü gününe takip edilmesi zorunluluğu ve sürekli değişmesi, okunmasının ve anlaşılmasının zor olması, değişiklikleri açıklayıcı ve kolaylaştırıcı bilgilendirici notların olmaması, kanun maddelerinin tekrarının çok olması,
·         Ağır çalışma, Mesleğin, İş-Sosyal yaşam uyumsuzluk dengesinin, duygusal tükenme ve duyarsızlaşma üzerindeki etkisinde tam bir aracılık rolüne sahip olmaktadır,
·         İş stresi de beraberinde işlerine karşı tepkisizleşme ya da negatif tutumlar olarak tükenmişlik sergilenmesine neden olmaktadır,
·         Yaratıcılıktan yoksun bir iş temposunun bedensel ve ruhsal yıpratması,
·         Yetişmiş personel sıkıntısı,
·         Meslek mensuplarına olan güvenin düşmesi, sosyal statü eksikliği,
·         Müşterilerinden düzenli olarak ödeme alamaması, rekabet, mesleki etik değerlerin düşmesi ve çaresizlik hissi,
·         Gerçek müşteri olmamakla birlikte (bunu iki yönlü düşünmek gerek, hem işlerini yaptığımız işletmelerin organize olmuş birer işletme olmamaları, diğer taraftan toplumda sorunu olan herkesin mali müşavirlere karşılıksız danışma tutumları vb.) pek çok konuda kendilerine danışılmasının getirdiği vakit kaybı ve yorgunluk hissi tükenmişlik duygularını artırmaktadır,
·         Çalışma performansı ile gelir düzeyi arasında denge olmaması,
·         Her ekonomik krizde ilk etkilenen meslek olmamıza rağmen yangında en son kurtarılacak bir meslek grubuyuz. Hiçbir teşvikten yaralanmadığımız gibi mevcut durumumuzu yitirerek yoksullaşıyoruz. Serbest çalışanlar işçileşiyor, bağımlı çalışanlar işsiz kalıyor.
Bu saydığım ve daha fazlası bulunan sorunlar mevcut ve olmaya devam edecektir.

ÇÖZÜM ÖNERİLERİM;

·         Çalışma şartları ile sosyal hayattaki uyumsuzluğu giderecek önlemlerin alınması, Meslek mensubunun iş yaşamını ve kendi gelişimini sağlayacak, sürdürülebilir (okuyabilmesi, sosyal hayata katılabilmesi vb.)
·         Meslek mensuplarının, Ailelerine ve kendilerine zaman ayırabilecekleri çalışma koşullarının sağlaması,
·         İş yükünün azaltılarak, yapılabilecek bir şekilde meslek mensuplarının kalitesinin ve güvenirliğinin artırılacağı bir düzeye getirilmesi,
·         Mesleğin zaman kısıtına uygun olarak müşterilerin zamanında kendi işlemlerin bitirilmesi ve meslek mensubuna zaman kalmasının sağlanması için Ticaret, sanayi, Esnaf ve Sanatkar odaları nezdinde girişimlerde bulunarak kendi üyelerinin bilinçlendirilmesinin sağlanması,
·         Kamu idaresinin mevzuatla ve dijitalleşmeyle ilgili mali ve eğitim yükünün üstlenilmesinin sağlanması,
·         Mevzuatın basitleştirilerek anlaşılır hale getirilmesinin sağlanması için idareye önerilerde bulunulması,
·         Yapılacak değişikliklerin belirli bir zamana yayılarak meslek mensuplarının alt yapılarının uygun hale getirilmesi,
·         Mesleğin ve meslektaşların sosyal statüsünün toplum nezdinde artırılması için meslek örgütünce tanıtıcı ve aydınlatıcı çalışmaların yapılması,(Meslek odaları bunu verginin artırılması olarak anlıyorlar…)
·         Meslek mensubu sayısı ile iş artış sayısının dengeli hale getirilmesi, mesleğe girişlerin önlenmesi,
·         Meslek yardımcı personelinin stajyerlerden değil, bu meslekte iş yapan ara elamanlardan oluşmasını sağlayacak, yetişmiş muhasebe elamanı sağlanması için meslek örgütlerinin önlem alması,(iş-kur ile ortak elaman yetiştirme kurslarının açılması, ticaret liseleri ile ilişki kurularak bunun meslek olarak yapılması ve ticaret liselerinden mezun olanların bu iş yapmalarını sağlayacak önerilerin geliştirilmesi)
·         Mesleğe girişlerin azaltılması için önlem alınması,(İktisadi ve İdari Bilimlerden mezun olanların neredeyse büyük bir bölümünün mesleğe yönelmesi meslek için bir tehlike)
·         En önemlisi ise; meslek örgütlerinin ve meslektaşların anlayışına yerleşmiş olan “mesleğin tanımıymış gibi sürekli kullanılan vergi mükellefleri ile devlet arasında bir köprüyüz” anlayışının terk edilerek bağımsız, işletmelerin yaşamlarını sürdürebilmesi ve toplum için Katma Değer Üreten ve toplumun geleceği için gerçek hafızasının diri tutulmasını sağlayan bir iş yaptığımızın her kesime açık, anlaşılır bir şekilde anlatılmasıdır,
·         Odalar tarafından iş riski sigortası kurulmalı ve meslektaşın sürdürülebilir iş yapma fonksiyonu artırılmalıdır.

SONUÇ;
Sorunlarımız çok ve bu mesleği yapanlar çözüm bulmak zorundadır. Ekonomik ve sosyal hayatın önemli bir ayrılmaz parçası olan muhasebe mesleği geliştirmelidir. Mesleği icra edenlerin sağlıklı ve toplumsal fayda sağlayacak şekilde yeniden düzenlenmesinde ekonomik ve sosyal gelişme uygun olarak yeniden düzenlenmesinde çokça fayda vardır.



[1] Gülsevim Yumuk Günay Ve Tülay Demiralay’ın Serbest Muhasebeci Ve Mali Müşavirlerin İş Stresi, Tükenmişlik Sendromu Ve İş -Aile Yaşam Dengesi Arasındaki İlişkinin İncelenmesi Adlı Makaleden Yararlanılmıştır. Elektronik Sosyal Bilimler Dergisi,  Yaz-2016  Cilt:15  Sayı:58 (917-935)  


BELEDİYECİLİK, KENTLERİN HAFIZASI, KENT MEYDANLARI


ERTUĞRUL KILIÇ


GİRİŞ

Günümüzde dünya üzerinde yaşayan insanların büyük bir kısmı “kent” adını verdiğimiz yerleşmelerde hayatlarını sürdürmektedir. Kent doğayla olan yerleşme ilişkilerinde toplumsal ve ekonomik olarak kendisinden önceki yerleşme biçimlerinden belirgin çizgilerle ayrılan özellikler taşır. 18. yüzyılın sonlarından itibaren sanayileşmenin gelişmesi ile kapalı toplum hayatı çözülmeye başlamış, böylece uygarlık tarihi kadar eski bir kavram olan kent, bugünkü anlamını kazanmıştır.
İnsanlar, yaşamlarını sürdürmek için bir toprak parçası üzerinde yaşarlar ve bu mekân parçasına kent ya da köy adı verirler. Kent, insanın yaşamını düzenlemek adına meydana getirdiği en önemli, en büyük fiziki ürünü ve insan yaşamını çevreleyen bir yapıdır. Kentli insanların oluşturduğu yerleşim birimidir.
Kent meydanları kentin oluşumundan daha önce var olan alanlardır. Kentin kimliğinin oluşmasında ve geleceğe aktırılmasında önemli bir yer tutmaktadır. Belediyeler bu kentin hafızası olan alanların korunması ve geliştirilmesinde önemli taşıyıcılardan biridir. Hem kamusal alanda hem de kentin içerisinde yaşayan insanların kent kimliklerinin oluşması ve geliştirilmesine kamusal alan olan kent meydanlarını kamusal bir hizmet olan belediyecilikle korunmasını sağlamalıdır. Bu makalede kent, kent meydanları ve belediyeciliğin değişen yaşam biçimleri içerisinde ilişkisi irdelenmiştir.

1.KENT

Çağın önemli toplumsal ve ekonomik olgularından biri olan kentin tanımı konusunda bir kavramsal, demografik vb farklılıklarından kaynaklanan bu durum, kent tanımının ortaya konmasını güçleştirmektedir. Bu çerçevede, her bilim dalı veya yaklaşım ayrı bir gösterge kullanarak, kentin belli bir görünüş veya özelliğini tanımlamışlardır. Bunlardan bazılarını şu şekilde sıralayabiliriz:
İdari yapısına göre yapılan tanımlamada kent; belli bir yönetim biriminin sınırları içinde kalan yerlerdir. Kent, nüfusları ne olursa olsun il ve ilçe merkezi konusunda bulunan yerleşmelerdir.[1]
Nüfus ölçütüne (demografik ölçüte) göre kent; belli bir nüfus düzeyini aşmış olan yerleşim yeridir. 442 Sayılı Köy Yasası’nın 1. maddesine göre nüfusu 2.000’den aşağı olan yurtlara köy; 2.000-20.000 arasında olanlara kasaba; 20.000’den yukarı olanlara da şehir denmektedir.[2]
İktisadi etkinlik ölçütüne göre kent; mal ve hizmetlerin üretim, dağıtım ve tüketimi sürecinde toplumun sürekli olarak değişen gereksinmelerini karşılamak üzere ortaya çıkan ekonomik bir mekanizmadır.[3] Buna göre bir yerleşim yerinin kent olabilmesi için nüfusun tarım dışı işlerde çalışması gerekir.
Yönetsel sınır ölçütüne göre; belli bir yönetsel birimin sınırları içinde kalıp, bu sınırlar içerisinde çeşitli işlevleri bünyesinde toplayan ve belirli bir yönetsel yapıya sahip olan yerlerdir.[4]
Toplumbilimciler de zaman zaman farklı tanımlar yapmışlardır. Örneğin; Marx ve Engels kente; işbölümünün arttığı bir yerleşim yeri olarak bakmış, Weber ise sürekli bir pazaryeri olma özelliği üzerinde durmuştur. Louis Wirth ise toplumsal bakımdan benzerlik göstermeyen bireylerin oluşturduğu, göreceli olarak geniş, yoğun nüfuslu ve mekânda süreklilik niteliği olan yerleşim yeri olarak tanımlamıştır. Queen ve Carpenter kenti, yerine ve zamanına göre geniş sayılacak biçimde bir araya gelmiş ve bir takım ayırt edici özellikleri bulunan insanlar ve yapılar topluluğu olarak tanımlamışlardır. Emile Durkheim ise kenti, işbölümü ve dayanışma kavramları ile birlikte değerlendirmiştir.[5] Sosyal bilimcilerin tüm bu kent tanımlamalarının ortak özelliklerine göre; belli bir nüfusu ve yoğunluğu olan, işbölümü ve uzmanlaşması olan ve akraba olmayan insanların yerleşim yerlerine kent denmektedir. Sosyo-ekonomik ve kültürel açıdan kent; toplumsal yaşamın mesleklere, işbölümüne, farklı kültür gruplarına göre örgütlendiği, kurumlaşmanın yoğunluk kazandığı, karmaşık insan ilişkilerinin tüm günlük yaşamı etkilediği yerleşme merkezidir.[6] Çevrebilimcilerin ölçütüne göre kent; çeşitli işlevlerin ekolojik açıdan denge içinde olduğu, hukukun normları çevresinde düzenlediği mekânsal yapıdır.
İdari sınır ölçütünden nüfus ölçütüne, sosyolojik ölçütten ekonomik ölçüte kadar birçok açıdan ele alınan kent ile ilgili yapılan tüm tanımların hepsi bir noktayı aydınlatıcı ve birbirini tamamlayıcı niteliktedir. İnsan toplumlarının gelişme süreci içinde yakın çağların ve belli bir aşamanın ürünü olan kent, kısa bir dönemde gösterdiği yığışımlı büyümeyle günümüzün egemen bir yerleşme ve topluluk tipi olmuştur.[7]
Siyasal açıdan kent, belirli idare hudutları içerisinde görev yapan ve belirli bir yönetime sahip olan birimlerdir. Fiziksel anlamda kent, büyük sayıda ve değişik amaçlar için kullanılan binalar ile ulaşımı sağlayan yollardan oluşur. Fonksiyonel açıdan ise ekonomik ve sosyal faaliyetlerin yapıldığı yerdir.[8]
Yukarıda yapılan tanımlardan yola çıkarak bir bütün halinde kent tanımı yapacak olursak, KENT; tarım dışı ve tarımsal üretimin denetlendiği, ekonomisi bunu destekleyecek şekilde tarım dışı üretime dayalı bulunan, teknolojik değişmenin beraberinde getirdiği örgütlenme, işbölümü ve uzmanlaşmanın yüksek düzeylere ulaştığı, geniş fonksiyonların gerektirdiği nüfus büyüklüğü ve uyum düzeyi yükselmiş, karmaşık ve dinamik bir mekanizmanın sürekli olarak işlediği insan yerleşmesidir.[9]
Bu tanımlamalar da şehir, fiziksel ortamların yanı sıra politik, sosyal ve ekonomik işlevlerden ve bu ilişkilerin karşılıklı etkileşiminden oluşan bir bütün olarak tarif edilmektedir. Kavram olarak şehir ve kent sözcükleri arasında fark olmamakla birlikte algısal olarak şehir daha kadim olanı temsil ederken, kent daha modern ve güncel bir çağrışım yapmaktadır.[10]

2.KENT MEYDANI


Kentlerden önce var olan bir alan, meydan. Kentsel bütünlük içerisinde en önemli alan olan unsur meydan kentin başlangıç noktası veya kent oluşumunda merkez alınan yer . Bazı araştırmacılara göre meydan, kamusal açık alanın tek temsilcisi olarak görülmüştür. Kamusal model olarak görülen meydanlar kentsel dokuyu ortaya çıkaran sosyolojik, kültürel ve diğer faktörlerin biçimlenmesiyle oluşmakta meydanda bulunduğu yere göre bu etkiler altında oluşmaktadır. Kamusallığın ortaya çıkışı ve batı dünyasında kamusal alan önce adalet ve sonra güç paylaşımının bir unsurudur. Batı uygulamasında meydanlar bu taleplerin sonucunda ortaya çıkmış kamusal alanladır. Meydan kendini meydana getiren hayat şeklini ya da siyasal talebi yansıtmaktadır.
Meydanlar kentlerde ilginin toplandığı durağan noktalardan olup aynı zamanda kenti karakterize eden unsurlardan birisidir. Sosyal ilişkiler açısından da meydanlar, toplumun yaşam biçimini, kültürünü, ticari alışkanlıklarını ve geleneklerini bir birine aktardığı mekânlardır. Meydanların üstlendiği bazı fiziksel ve psikolojik işlevlerde kentin akışkanlığını etkileyen hızlı veya yavaş olmasını sağlayan bir tarafa yönlendirmeyen hatta dinlenmeye sevk eden mekânlardır.
            Meydanlar, değişen ekonomik hayat, iletişim ve tüketim ilişkileri sayesinde nazari olarak işlevsizleşmeye, yeni üretim ve tüketim ilişkileri içerisinde mekânsal örgütlenmesi içerisinde yer almamaya başladı. Bu örgütlenme biçimi içerisinde mekân sadece sermayenin daha hızlı dolaşımını sağlayacak yapıya sahip olduğundan, işlevsel olarak bu amaçtan uzak olan meydanlar, kentsel yapıların dışında kalmaya başlamışlardır. Kentin imajı olan meydanlar zamanla çeşitli kaygılarla ortadan kalkar hale gelmiştir. Fonksiyonları açısından kent meydanı veya sokak ve caddelerin işlevlerini yerine getiren ancak kullanım izini bakımından sınırsızlığın olmadığı postmodern alanların başında alışveriş merkezleri gelmektedir. En önemli kamusal alan olarak kabul edilen meydanlar gereksizleştirilerek, özel alan olan AVM’ler yerine konularak yeni tüketim biçimleri oluşturulmaktadır. Kenter’de toplumsal bir fonksiyonu yerine getiren meydanlar AVM, internet gibi buluşma alanlarının ortaya çıkması ile kamusal özelliğini bu alanların görmesi nedeniyle işlevsiz kaldığı ifade edilmektedir. Mimari açıdan bakıldığında ise bütün kentler bir meydan etrafında inşa edilmekte ve kent oluşumu oradan başlamaktadır. Bellek tarih ve kimlik olarak gündelik hayatın bir parçası olmaktan çıktığı anda bir anlam kazanırlar. Mekânların gündelik kullanım yerine kentin imajını gösteren mekânlar olduğunu söylemek zor olamasa gerek. Tarih içerisinde kazandığı birikim ile meydanlar, şehrin ruhunu ifade eder. Meydan içine aldığı insanı biçimlendirerek şehre anlam katar. Kentin en kalıcı yerleri tarihe en çok tanıklık eden yerler ile hafızamıza kazınan en çok yaşatan yerler olduğu söylenebilir. Bir açık alan olarak kent meydanlarının da kalıcılık olarak içindeki veya etrafındaki kütlelerden daha eski olduğu, bu itibarla da en kolektif hafızanın en çok müşahede edebileceği yerlerin meydanlar olduğu söylenebilir.[11]

3.BELEDİYECİLİK


Kentler, insanların hayat tarzını, kendi tarzında değiştirebilme gücüne sahiptir. Uzun yıllara dayalı sosyal yapı ve yine uzun yıllar içerisinde oluşan kentsel mekânlar değiştirme gücünün özneleri olarak kabul edilebilir. Tarihsel süreç içerisinde kentsel mekân ile kentsel kimlik birlikte ortaya çıkmakta ve gelişmektedir.
Uzun zaman içerisinde birlikte gelişen ve şehirin kimliğini oluşturan mekânın düzenlenmesinin kendine has bir kimliğinin ortaya çıkmasını ifade etmektedir. Kimlikli kent kavramını oluşturan esas unsur sosyal ilişkiler ve sanatsal algı açısından daha üst düzeyde bir yapı olduğunun belirtilmesidir.
 Kent kültürel örgütlenme içerisindedir. Kent kültürünün farklığını ticari, tarımsal, dini ve kamusal alan, temel alarak oluşturur. Kentin gündelik hayatının pratik ilişkilerinde bu örgütleniş içinde oluşan kimlikleri ifade etme ve iletme işlevi gördükleri kimlikle mekân arasındaki ilişkidir. Her hangi bir öğe gibi kent meydanlarının bir kentin kimliğine katkısı ancak kalıcılıklarına bağlıdır.
 Kent meydanlarının gördükleri işlevler, kentte bulundukları bölgesel ilişkileriyle meydan tam kimliğini belirler. Meydanlar ayrıca yapılış gayesi ve ruhlarında barındırdıkları ideolojiyi, bir devletin kuruluş felsefesinde oluşan ruhu edebîyen taşıması gibi taşırlar. Bu oluşturmak istedikleri mesajın, her an canlı kalmasını sağlamaktır.[12]
            Belediyecilik kamusal bir hizmettir. Belediyeler, belde sakinlerinin mahallî müşterek nitelikteki ihtiyaçlarını karşılamak üzere kurulan ve karar organı seçmenler tarafından seçilerek oluşturulan, idarî ve malî özerkliğe sahip kamu tüzel kişisidir. Kentin tarihten gelen kimliğini koruması ve geleceğin hafızası olması açısından birinci elden sorumlu idari yapılardır.
 Yeni örgütlenme biçimi üretimden çok tüketim üzerine oluşmaktadır. Tüketimin kolaylaştırılması yeni ihtiyaçların doğmasına neden olmaktadır. Kamusal bir açık alan olan ve kentin sosyal ve kültürel kimlik oluşumuna katkı sunan meydanların yerine, yeni alanalar oluşmaktadır. Belediyeler bu alanlara özel hizmetler götürmekte neredeyse kentlerin kimliklerini oluşturan bu özel ve kısıtlanmış alanları sosyalleşme ve kültürel etkileşim alanları olarak görmektedirler.
Kentlerin yeni meydan anlayışı bu alışveriş merkezleri çevresinde oluşmakta, kentin tarihten gelen ve kimliğini oluşturan alanlar yok olmaktadır. Kentler içerisinde çeşitli hizmet alanları oluşturmak parklar, sokaklar vb. alanlar yaratmak kent meydanlarının yerini almamaktadır. Genellikle kent merkezlerinde oluşmuş olan kent meydanları sosyal ve ticari etkinliklerini yitirmeleri nedeniyle kent, kimlik bunalımına girmekte, ayırıcı niteliğini yitirerek hafıza özelliğini kaybetmektedir. Ankara’dan örnek vermek gerekirse, Ulus Meydanı bir kuruluşun hafızası merkezi olmasına rağmen bu özelliğini yitirmektedir. Kent sakinlerinin buluştuğu, gezdiği, çeşitli sosyal ve kültürel etkinliklerin oluşturulduğu bir meydan olmaktan çoktan çıkmıştır. Aynı şekilde Kızılay Meydanı, sosyal ve kültürel bir alan olmak yerine kent merkezinden, kent çeperine dağıtımın yapıldığı, gündelik kullanılan bir alan haline gelmiştir. Kent meydanı kentinin hareketinin dinginleştiği, sosyal ve kültürel hayatın akışını sağlandığı, insanların kendini etkileme gücü ile değiştirdiği yapıdan uzaklaşmıştır.
Belediyelerin, kentlere karşı sorumlulukları vardır. Sadece yeni hizmet alanlarına yatırım yapmak anlamında değil, mevcut olan kent kimliğinin korunmasını da sağlamak, bugün için değil, gelecek içinde kentlerin hafızalarını korumak durumundadırlar. Sadece park yapmak, sokak kaldırımları yapmak ya da sosyal anlamda hizmet binaları yapmak, kente karşı sorumluklarını yerine getirmiş olmamaktadır. Kent kimliğini korumak ve onu geleceğe taşımakta insanlık tarihi açısından en önemli görevlerden biridir.

4.SONUÇ


Kent sadece binalardan, sokaklardan, parklardan vb. oluşmamaktadır. Asıl ona kimlik veren ve diğerlerinden ayıran unsur kendi içerisinde, bugünden daha ziyade belirli bir zaman geçtikten sonra bakıldığında insanın hafızada ne kaldığıdır.
Kentin tarihsel kimliğini oluşturan en önemli unsurların başında kent meydanları gelmektedir. İster bir politik tutum olarak kuruluş olsun isterse bir kentin çeşitli nedenlerle inşası olsun, onun oluşumunu sağlayan ve mimari olarak merkez alınan odak noktası meydanlarıdır.
Kent meydanları sosyal ve kültürel birikimin oluşmasını sağlayan, ekonomik, siyasi hayatın gelişmesini içerisinde muhafaza eden alanladır. Kimliklerini bu tarihi ve sosyal etkileşimle birlikte oluşturmaktadırlar. Kent dokusu içerisinde nitelik açısından bir kamusal açık alan olama özelliğiyle önemli bir yer tutmaktadırlar.
Kentlerde üretimden daha çok tüketimin gelişmesi yeni hayatın örgütlenmesini ve gelişmesini değiştirmiştir. Bu alanı dolduran yeni iş merkezleri AVM ler ortaya çıkmıştır. Özel alanının kısıtlılığı çerçevesinde kentlilerin sosyalleşme etkileşimine, yeni bir tüketim alanı olarak yer almaktadır. AVM’ler kent meydanının yarattığı özelliklerden uzak olsa da yeni yaşam biçiminin ortaya çıkardığı bir alandır.
Belediye hizmetleri kentin gerçek hafızasını oluşturan kent meydanlarının korunması, sosyal ve kültürel bir alan olarak yaşamasını sağlayacak belediyecilik anlayışını bugünden yarına aktarılacak bir kent hafızası olarak, kent kimliğinin korunması ve geleceğe aktarılması yönünde sorumluk alması kaçınılmazdır.
            ERTUĞRUL KILIÇ
Serbest Muhasebeci Mali Müşavir
                                                                                                                                      
KAYNAKÇA

1.      Altuğ Fevzi, Kent Ekonomisinin İlkeleri, Bursa, Bursa Uludağ Ü. Yayınları, 1989.
2.      Hande Süher, Hızlı Şehirleşmenin Şehircilik Uygulamaları Açısından Yarattığı Sorunlar, Hızlı Şehirleşmenin Yarattığı Ekonomik ve Sosyal Sorunlar, İstanbul, Siyasal ve Sosyal Araştırmalar Vakfı Yayını, 1986.
3.      İşbir G. Eyüp, Kentleşme ve Metropolitan Alan ve Yönetimi, Ankara, Atilla Yay. 1982.
4.      Keleş Ruşen,  Kentleşme Politikası, Ankara, İmge Kitabevi, 1993.
5.      Sencer Yakut, Türkiye’de Kentleşme, Ankara, Kültür Bakanlığı Yayınları, 1979.
6.      Sezai İlhan, Şehirleşme, İstanbul,  Ağaç Yayıncılık, 1992.
7.      Taşçı Hasan, Bir Hayat Tarzı Olarak Şehir, Mekân, Meydan, İstanbul, Kaknüs Yay. 1.bs.2014.



[1]Ruşen Keleş, Kentleşme Politikası, Ankara, İmge Kitabevi, 1993, s. s. 74.
Yakut Sencer, Türkiye’de Kentleşme, Ankara, Kültür Bakanlığı Yayınları, 1979,  s. 8.
[2]Hande Suher,Hızlı Şehirleşmenin Şehircilik Uygulamaları Açısından Yarattığı Sorunlar, Hızlı Şehirleşmenin Yarattığı Ekonomik ve Sosyal Sorunlar, İstanbul, Siyasal ve Sosyal Araştırmalar Vakfı Yayını, 1986, s. 185.
[3]Keleş,  a.g.e., s.74.
[4]FevziAltuğ,Kent Ekonomisinin İlkeleri, Bursa, Bursa Uludağ Ü. Yayınları, 1989,  s, 5.
[5]Keleş,  a.g.e., s.75.
[6]İlhan Sezal, Şehirleşme, İstanbul,  Ağaç Yayıncılık, 1992, s.22.
[7]Sencer, a.g.e, s. 1.
[8]G. Eyüpİşbir,Kentleşme ve Metropolitan Alan ve Yönetimi, Ankara, Atilla Yay.1982, s.4.
[9]Görmez, a.g.e, s.1.
[10] Hasan Taşçı,Bir Hayat Tarzı Olarak Şehir, Mekân, Meydan, İstanbul, Kaknüs Yay. 1.bs.2014,s.23.
[11]Taşçı, a.g.e., s.167.
[12] A,e,..s.172.

VUK 359 Kapsamında Teminat, Ceza ve Mali Suç Bağlantıları Normlar Arası Geçiş ve Uygulama Rehberi

  Giriş Vergi Usul Kanunu’nun 359. maddesi, vergi kaçakçılığı suçlarını düzenleyen temel ceza normudur. Ancak bu madde, uygulamada yalnızca ...